Teknolojinin son sürat ilerlediği, fakat insanların bir üretip üç tükettiği bu sistemde nasıl bu kadar korkunç bir şekilde ve bile bile, göz göre göre kaybolup gittiğinin en güzel örneğidir bu roman. Bakıyor ama görmüyoruz; yiyor ama tat almıyoruz; duyuyor ama kulak asmıyoruz; konuşuyor ama dinlemiyoruz; kendimizden başka hiç kimseyle ilgilenmiyoruz ama herkesin de onayını almaya çalışıyoruz. İşte böyle bir dünyada kendimize çevirmemiz gereken aynanın adı: Fahrenheit 451.
Bu romanda sihirli değnekler, peri kızları, dertsiz tasasız yaşayan insanlar, güçlü aile bağları ya da yıllanmış arkadaşlık ilişkileri aramayın. Bu romanda çok yakın bir geleceği gösteriyor bize Ray Bradbury; hissizlik ve itaat. Konformizmin geldiği son nokta. İtaatin çatladığı noktada uyarı yok; yalnızca savaş var: Uyuşturulmuş ve robotlaşmış bedenlerden çıkan ezbere diyaloglar, kullanmak için kendi avuç içlerimizi ve yüzlerimizi anahtar olarak kullandığımız elektronik eşyalar, devasa televizyonlar, devasa reklam panoları, devasa yasaklar ve devasa yangınlar var. Bunların kargaşasında asimile olan, artık yalnızca hizmet etmek ve yaşamak için çalışmaya çalışan beyinler var. Fahrenheit 451, her açıdan, çağının çok ötesinde yazılmış bir kitap. Her ne kadar bu sistem–toplum–asimilasyon teması; geçmiş, şimdiki ya da gelecek zamandan ibaret olmasa da kitabın bize yazıldığı yıldan, bu yılın geleceğine kadar haber veriyor olması oldukça tüyler ürpertici ve heyecan verici.
Fahrenheit 451’in yolculuğu ise, yazarın ilk öyküsü olan ve hiçbir dergide yayınlanmayan Şenlik Ateşi ile başlıyor. Ray Bradbury ise durmaksızın yazıyor öykülerini. Kiralık bir daktilonun eşlik ettiği bir bodrum kütüphanesinde, beş kısa öykü yaratıyor. Şenlik Ateşi’nin ardından Parlak Anka izliyor onu ve böyle birçok öykü ile Fahrenheit 451 oluşuyor. Bu öyle bir oluşum oluyor ki, kitabı basmaktan çekiniyor herkes. Hiç kimse, tahterevallinin karşısına geçmeyi göze alamıyor. Hiç kimse bir uyanışın parçası olmak istemiyor.
Anlamadığımızı veya anlamayacağımızı düşündüğümüz şeylerden genellikle uzak dururuz. Bilmediğimiz, anlamadığımız şeyler bizi korkutabilir. Belki içimizde ortaya çıkabilecek bir fikirden veya asıl ‘biz’den , belki de yıkılabilecek tabularımızı saklamak amacıyla dürtmeyiz o anlamlandırmadığımız şeyleri. Fahrenheit 451 işte tam da bunun ortasında yeşeriyor. İstenmiyor, okutulmuyor ve fark edilmemesi için uğraşılıyor.
“ … Bu arada, Fahrenheit 451’in bölümlerini basacak bir dergi arayışımız sonuç vermedi. Hiç kimse, geçmişteki, gelecek ve şimdiki zamandaki sansürle ilgili bir roman için risk almak istemiyordu… “ (Fahrenheit 451, sf:16)
Okuduğum ilk kitapla beraber, çevremdeki şeylerin ne olduğuyla değil, nasıl ve neden olduğuyla ilgili sorular sormaya başladığımı hatırlıyorum. Her okuduğum kitaptan sonra, okuma ve öğrenme açlığımın biraz daha artıyor olmasının mucizevi bir şey olduğuna inanıyorum. Bir şeyi tanımaz ve bilmezseniz, o şeyin açlığını hissetmez ve ona ihtiyacınız olup olmadığınızı da bilemezsiniz. Kitapların okutulmak istenmemesinin sebebi tam olarak da bu işte; ihtiyacımız olan şeyin yalnızca yemek yemek, uyumak, çalışmak ve yaşamak için para kazanmak olduğuna inandırılıyoruz. Pratikte ihtiyacımız olan şeyler listesinde kitapların ihtiyaç fazlası gösterilmesi ve insanların bir şeyleri sorgulamasından korkulması durumu, işleyen beyni daha çok çekiyor. Yasak olan ilgi çekicidir. Şuuru yerinde herhangi bir insana bir şey yaptırmak istiyorsanız, yalnızca o şeyi yasaklayın ve oturup bekleyin. Fakat insanların şuurunu kaybettirdikten sonra istediğiniz hipnoz işe yarayacaktır, yapılması isteneni yapacak ve istenmeyenden uzak duracaktır; tıpkı Fahrenheit 451’de olduğu gibi…
Şöyle düşünelim; şimdiye kadar yaşadığımız hayatın ne kadarı bize aitti? Kaç kez yalnızca kendi isteklerimiz doğrultusunda hareket ettik? Hangi özelliğimiz veya davranışımız başka insanların onayından geçmeden oturdu karakterimize? ‘Kim ne derse desin’ felsefesinden ne kadar sıyrılabildik? Eğer bunları düşünmek zorunda kalmayacağınız, mutlu bir hayat istiyorsanız, bu kitabı okumanızı tavsiye etmem. Zira, okuduğunuz her sayfada biraz daha yerinizden doğrulacak ve koltuklarınızda rahatsız olmaya başlayacaksınız; bu kitap rahat koltuklara sahip insanları biraz sinirlendirebilir.