“ Neden yalan söylüyoruz? ”
Anlaşılan o ki, yalan çoğumuzun usta olduğu bir konu. Yalancılık kapasitemiz, başkalarına güvenme ihtiyacımız kadar temel bir özellik. İşin garip yanı, bu güven ihtiyacının yalanları fark etmemizi zorlaştırıyor olması.
İnsanların birbirlerini aldatma yeteneğinin evrensel olması bizi şaşırtmamalı. Araştırmacılar, yalan söylemenin bir davranış özelliği olarak dilin kullanılmaya başlamasından hemen sonra ortaya çıktığı inancında. Fiziksel güç kullanmadan başkalarını manipüle etme yeteneği, kaynak ve eş yarışında olasılıkla bir avantaj oluşturuyordu. Bu konudaki en önemli düşünürler arasında yer alan Harvard Üniversitesi etik uzmanı Sissela Bok, “Diğer güç kazanma yollarıyla kıyasladığında yalan söylemek çok kolay,” diye belirtiyor. “Bir kişinin parasını ya da servetini elinden almak amacıyla yalan söylemek, o kişinin kafasını vurmaktan ya da banka soymaktan çok daha kolay.”
Dünyayı anlamak için kullandığımız bilginin çoğu başkalarının bize söylediklerinden geliyor. İnsan iletişimine duyduğumuz tam güven olmasaydı, birey olarak paralize olur ve sosyal ilişkiler kurmayı bırakırdık. “İnanmaktan o kadar çok şey kazanıyoruz ki, arada kandırılmamızın getirdiği zarar görece küçük kalıyor,” diyor,bu fikre”gerçeklik kusuru teorisi”adını veren Alabama Üniversitesi psikologlarından Tim Levine.
Güvenmeye yönelik şekillenmiş olmamız bizi doğamız gereği kolay kandırılır hale getiriyor. Massachusettes Üniversitesi psikologlarından Robert Feldman bu durumu “yalancının avantajı” olarak adlandırıyor: “İnsanlar yalan beklemiyor, insanlar yalan araştırması yapmıyor ve çoğu zaman duymak istedikleri şeyi duyuyorlar.” İster sahte pohpolama ister inanılmayacak derecede yüksek yatırım kârı sözü olsun, hoşumuza giden ve bizi rahatlatan yalanlara fazla karşı koymuyoruz. Zenginlik, güç ve statü sahibi insanların yalanlarına çok daha kolay inanıldığı anlaşılıyor.
Araştırmacılar, dünya görüşümüzü destekleyen yalanları kabul etmeye özellikle eğilimli olduğumuza da ortaya koydular. Kaliforniya Üniversite’nden George Lakoff, insanların kendilerine sunulan kanıtları inançları ve ön yargıları doğrultusunda değerlendirdiğini ve bu nedenle de, iddialar çürültülse bile etkilerinin yok edilemediğini söylüyor. “Bakış açınıza uymayan bir bilgi geldiğinde ya farkına varmıyorsunuz ya görmezden geliyor, dalga geçiyor, şaşkınlığa uğruyor ya da eğer tehditkârsa- saldırıyorsunuz.”
Batı Avustralya Üniversitesi’nden Briony Swire-Thompson liderliğindeki yeni bir araştırma, yanlış inançları ortadan kaldırma konusunda kanıtlara dayalı bilginin etkisiz kaldığını ortaya koyuyor. Farklı araştırmalar, yalanların altını oyan kanıtların aslında onlara olan inancı artırabileceğini gösteriyor. “İnsanlar tanıdık bilginin doğru olduğunu düşünüyor. Dolasıyla bilgiyi geri aldığınız her durumda aslında onu daha tanıdık hale getirme tehlikesi yaratıyorsunuz ve bu da ironik bir biçimde uzun vadede geri alma işleminin etkisini düşürüyor.” diyor Swire-Thompson.
Öyleyse ortak yaşamımıza hızla giren yalanları engellemenin en iyi yolu nedir? Bu sorunun yanıtı yok. Yeni aldatmaca kapıları açan teknoloji, yalan söyleyen ve güvenen kişiliklerimiz arasındaki çatışmaya yirmi birinci yüzyıla özgü bir dönemeç aldırdı bile.
-National Geographic, “Neden Yalan Söylüyoruz”