Gotik sanat Fransa’da kabul edilmesiyle on dördüncü yüzyıl avrupasında sanat alanında birlikte sağlandıktan sonra, on beşinci yüzyılda gotik sanatın son evresi alevli üslup ile rönesansı üslubunun bir çatışmaya girdiğine şahit oluyoruz. Bu dönemde Fransa, savaştan dolayı yenik düşmüş ve Avrupa’nın sanat alanında yükselişe geçen iki bölgesi: İtalya ve Flandre olmuştur.
Artık bu yüzyılda simgeciliğin izleri silinmiş, apaçık görülen dünya, olağanüstü bir görünüm ile sanatçıları şaşkına çevirmeye devam etmiştir. Sanatçı, evrenin güzelliğini cennetin simgesi değil de imgesi olarak etkilenmişlerdir. Çoğu bölgedeki ressamları içinde bakireler, melekler ve azizler, bahar çayırlarında dolaşıyorlardı. Pozitivizm öncülüğünde, Assisi’ye bağlı mistiklerin “aşk rüyası” en güzel örneklerini göstermiştir. Artık hayal kurmaya dayanan konular değil, ama bir bilgi nesnesi olarak görülmeye başlayacaktır.
Bundan dolayı, sanatçıların üzerinde duracağı temel konu, derinliğin ve mekansal değerlerin canlandırılmasıymış. Heykeldeki üç boyutluluğa gösterilen bu tutum, diğer sanatlardan çok daha yüksek bir yere taşımıştır.
Konrad Witz, Paolo Uccello, Rogier Van der Weyden arasında pek fark yoktur. Kullandıkları yöntemler farklıdır. Flaman sanatçıları mekanı sezgiye dayanarak irdeliyorlardı fakat Floransalı sanatçılar mekansal değerleri irdelemeyi, akılsal yollardan gerçekleştirmişlerdir.
Sanatçılar bu dönemde dünyada görünen her şeyin peşine düşmüş ve bir şeyler yakalamaya çalışmışlardır. İnsan ve doğa dünyasına ait sayısız form çeşitleri bulmuşlardır. Bu araştırma ve irdeleme yavaş yavaş bir haraketler ve ifadeler, çehre tipleri ve doğal formlar sözlüğü ortaya koyan kuzeyli sanatçılar tarafından sistemsiz bir şekilde yürütülüyordu. Aynı irdeleme, İtalya içinde şaşmaz bir bilimdi. On beşinci yüzyılın en dikkate değer sanatçısı olan Leonardo, resim sanatını, insan bilgisinin baş tacı haline getirmeye çalışılıyordu.
Avrupa’nın benimsemek zorunda kaldığı sanat yüzünden, neredeyse bir yüzyıl yerinde saymış İtalya, kendisine büyük ün kazandıran “rönesans” ve görsel sanatlar alanında kendini gösteren büyük yaratıcı atılımı, on beşinci yüzyılın başlarında edinmiştir. İsviçreli tarihçi Jacob Burckhardt, 1860 yılında, rönesansı, ortaçağın kimliksiz kalabalıklarından sıyrılan bireyin kendimi ortaya koyuşu olarak tanımlamıştır. Gerçekten de bu dönem, sanat eseri onu yaratan bireyin damgasını taşıyordu ve sanat alanındaki zihinsel ve düşünsel yaratış, tarihte görülmüş olanların en yücelerinden biri olarak kabul edilecektir. Kendisiyle kitleler arasına bir mesafe koyan rönesans sanatı, zengin patronların ve entelektüellerin oluşturduğu aristokrat tarafın coşkusuyla yüceltiliyordu. Böylece sanat, bir saat etkinliği haline gelmiştir. Toplumsal gereklerin etkisinde kaldığı daha önceki dönemlerde olduğundan daha fazla, patronaja dayanmak zorunda kalmıştır.
Sanat eseri, salt bir seyretme ve tat alma edimi için yapılıyordu artık ve ancak kültürlü bir seçkinler zümredir anlayabilirdi.
Quattrocento sanatı, dünyayı insansal boyutlara indirgeme konusunda gösterilmiş en gözü pek çabalardan biriydi. İnsan duygularıyla ve aklıyla kavranamayan her şey: ruhun, ötedünyaya ve doğanın sınırsızlığına yönelik bütün eğilimleri: bilincin külyutmazlığından kaçan ve sadece mistik sezgiyle kavranabilen her şey temelinde sınırlılık mantığı yatan mimarlığın ve heykeltıraşlığın egemen olduğu bir dünyadan çıkarılmış ve dışarıya atılmıştır.
Akılcılık, İtalyan rönesansının gerçek ilkesiydi ve bu haraketin düşünce ve sanat alanındaki her ilerleyişi belirlemişti. Doğanın kavranmasına yönelen sanat, dış dünyanın görünüşlerinin akılsal açıdan irdelenmesine yönelmiştir.
Floransalıların bilgin edinme konusundaki hırsları ve keskin zekaları, yeni uygarlığa öncülük etmelerini sağlamıştır. Öteki avrupa ülkeleri İtalyanların parlak yeteneklerini biliyor ve kabul ediyordu. On beşinci yüzyılın Kuzey Avrupası, ortaçağı en derin bir biçimde dile getirmekten geri kalmamıştır. (Sanatın Tarihi)