Kazım Koyuncu vefat yıldönümü

Şarkılarla Gidişinin 15. Yılında Kazım Koyuncu’yu Saygıyla Anıyoruz

Bugün acı bir vedanın yıldönümü. Veda dediysem gönüllerimizden değil gözlerimizden ayrılışını kast ediyorum. Yoksa böyle insanların yok olması, kalplerden silinmesi mümkün mü? Yiğit bir insan, seven sadece seven bir insanın bedeni terk etti bugün dünyamızı. Ardında parıltılı yapıtlar bırakarak üstelik başka insanların canını yakmasın diye mücadele ettiği kavgaya kurban olarak. Ölümü de yaşamı gibi onurlu oldu esasen. Hayat felsefesinin özeti, sembolü oldu. Şarkıları gibi ölümüyle de ders verdi bize. Çok şeyler anlattı insanlığa dair. Uğruna ölünecek davalar edinin dedi halk diliyle. Savaşın sonuna kadar. Birkaç insan daha yaşasın, nefes alsın diye. Ve nefes oldu binlerce insana şarkılarıyla. Bir düş kurdu tüm dünya için. O düşü yaşattı. Kısa çok kısa yaşadı ama doldu dolu. Farklılıkları değil benzerlikleri vurguladı. Tüm insanlık adına düşündü, duygulandı, hissetti.

Kazım Koyuncu o. Hepimizin Kazım abisi, kardeşi. Tertemiz yüzü, samimiyetiyle tüm dünyanın Kazım’ı. Sevginin evrenselliğini öğrendik ondan. Farklı çıksa da sesler aynı duyguları anlattığını gördük, duyduk, hissettik. Geç tanıdık, erken kaybettik. Fakat bugün ta içimizde yaşıyor, yaşatıyoruz onu. Şarkılarıyla hala bir çığlık onun sesi yüreğimizde. Bize emanet ettiği sevgisiyle çınlıyor kulaklarımızda. Kendisinin de söylediği gibi “ Şarkılarla geçti aramızdan.” Geçti de gitti mi sanki? Dünyada bir yerlerde o. Belki yol kenarındaki su birikintilerinde, belki masmavi denizlerde. Sonsuz gökyüzünde belki. Fakat hiç şüphesiz ki her şeyden önce kalplerimizde, şarkılarında, onunla birlikte paylaştığımız sonsuz barış ve kardeşlik umutlarında.

Karadeniz’in hırçın çocuğu Artvin’in Hopa ilçesinde doğdu. Kaç yaşında olsun “Ben hala çocuğum” diyor. Karadeniz’in ormanlarında koşan özgür ruhlu bir şair.  Onun müziğe başlatan ilk enstrüman mandolin sonrasında amcasının Almanya’dan getirdiği bir gitar hayatını şekillendirecek en önemli nesne olmuştu. Diğer çocuklardan farklıydı hep. Babasının çokça kitap okuyan aydın bir insan olması onun dünyaya bakışını oluşturmuştu.

17 yaşında içinde taşıdığı Karadeniz ezgilerini de alıp İstanbul’a siyasal bilgiler okumak üzere geldi. Fakat okuduğu bölüm ona göre değildi. Onun hayatta yapmak istediği başka bir şeydi. 1993 yılında “kaymakam olacağım da ne olacak?” diyerek okulu bıraktı ve tamamen müziğe yöneldi.

Zor dönemler… O okulu bitirip kaymakam falan olacaksın ya da kendi istediğin işi yapacaksın. Ama hep soru işaretleri olacak, sonu nereye varacak? Bu tercihlerden soru işaretli olanını tercih ettim

İstanbul’a gelişi onun benliğinin farkına varışı ve ona sıkıca sarılışının da başlangıcı. Başkalarının onu etiketlemek için kullandığı “laz” kimliğinin farkına vardı. Çünkü doğduğu köyde bu onu ayırt eden bir şey değildi. O hiçbir betimlemeye bağlı kalmayan dağların asi çocuğuydu. Ve aslında ömrü boyunca laz kimliğinin kabulünün yanından hiç kimsenin “insan” olma paydası dışında dışlanmaması için çalıştı.

İstanbul aynı zamanda onun kendi olarak özgür olduğu “ben sadece ben olmak istiyorum” cümlesindeki “ben”i bulduğu yer oldu. 1993 yılında arkadaşı Ali Elver ile “Dinmeyen” grubunu kurdu. Dönemine göre rock tabanlı alternatif müzik yapıyorlardı. Geçinmek zordu ama vazgeçmediler. “Sisler Bulvarı” isimli bir albüm yayınlamayı da başardılar. Fakat aralarındaki politik görüş ayrılıkları grubun sona ermesine sebep oldu.

Mehmedali Barış Beşli ile tanışmaları dünyanın ilk Lazca rock müzik yapan “Zuğaşi Berepe” grubunun doğuşunun sağladı. Türkçesiyle “Denizin çocukları” pek çok ön kabulü  yıkarak kendi dillerinden dünyaya şarkılar söyledi. Öyle ki kendi topraklarında konser verMehmedali Barış Beşli ile tanışmaları dünyanın ilk Lazca rock müzik yapan “Zuğaşi Berepe” grubunun doğuşunun sağladı. Türkçesiyle “Denizin çocukları” pek çok ön kabulü  yıkarak kendi dillerinden dünyaya şarkılar söyledi. Öyle ki kendi topraklarında konser vermeye giderken onlarca soru vardı.meye giderken onlarca soru vardı.

Uzun saçlarıyla ellerinde elektro gitarla Lazca şarkılar söyleyen bu çocuklara söverler mi yoksa onları severler miydi? Mehmedali Barış Beşli bu kaygıyı şu cümlelerle anlatıyor:

İlk defa Pazar ilçesine konsere gittiğimizde en sert parçayla konsere başladık. Gitarımdan kafamı kaldırmaya cesaret ettiğim anda gördüğüm manzara şuydu: Yaşlı amcalar, teyzeler alkış tutuyorlardı

Halkı Kazım Koyuncu’yu ve arkadaşlarını çok sevdi. Onun samimiyetini anladı, sözlerine kulak verdi. Gönülden gelen sesler karşılığını bulmuştu. 1995 yılında ilk albüm “Va Mişkunan” yayınlandı. Bu albümde yapılan müziğin türünü Kazım Koyuncu şöyle anlatıyor:

Kalbimizden geçen şeyleri yaptığımız için Lazca rock oldu

Albüme adını veren “Va Mişkunan” (Bilmiyoruz) şarkısının sözleri dikkate değer;

Bilmiyoruz

Bilmiyoruz

Ne söyleyeyim şimdi

Gelinler bize çocuklar büyütecek

Çocuklarımız şarkılar söyleyecek Dilimiz ölmeyecek, ölmeyecek

Ölümüne direnilen, isyan edilen yalnızca Laz dili değildi. Doğanın katledilişine, yoksulluğa, kötülüğe karşı haykırıştı. Kazım Koyuncu ile bütünleşen şu yazı bu albümde Kazım Koyuncu’nun kaleminden dökülmüş bir teşekkür yazısıydı. Aynı zamanda bir manifesto. Ne yapmak istediğini, nelerin yanında olduğunu, neler için savaştığını anlatan bir duyuru niteliğindeydi.

Sözleri İlhan Yabantaş’a ait olan “Ben” şarkısı da yıllar içinde Kazım Koyuncu’nun sesinden öyle benimsendi ki, “ben sadece ben olmak istiyorum” diyen tüm cesur gençlerin sesi oldu.

Baba ben yıkıcıyım ama

Ama kendini bilmez değilim

Yaşamak istiyorum sadece

Kendi savaşlarım uğrunda Ben sadece ben olmak istiyorum

Farklı olmaları sebebiyle beklediklerinden daha hızlı şekilde popüler oldular. Televizyonda yer aldılar, konserler verdiler. Ama dertleri popüler olmak değildi. Aksine  popüler olmak Kazım’ın en son isteyeceği şeylerden biriydi.

1998 yılında “İgzas”  Denizin Çocukları’nın ikinci albümü olarak piyasada yerini aldı. Fakat beklenen ilgiyi maalesef görmedi. Kazım Koyuncu bunu müzikal olarak daha kaliteli olmasına rağmen insanlara ağır gelmesine bağlıyor. Öncü ve başarılı onca çalışmaya rağmen grup dağılmak zorunda kaldı. Kazım başka şeyler yapmak istiyordu. Kendi olmak yolunda Zuğaşi Berepe onun için görevini tamamlamıştı belki. Ya da sadece kendi deyişiyle Lazlıktan bir an sinirlenmiş ve “ben gidiyorum” demişti.

Böylece solo kariyeri başlamış oldu. 2001 yılında “Viya” ile Kazım Koyuncu olarak sevenlerinin karşısına çıkar. Rock ögeleri barındırsa da etnik temelli bir pop-rock albümü denilebilir “Viya” için. Daha sakin, akustik perküsyon tınılarının ağırlıklı olduğu albümde Lazca ve Türkçe sözlü toplam 11 şarkı yer aldı.

O bağırdı, biz sesini duyduk. O şarkılar söyledi biz ona eşlik ettik. Genç yaşına rağmen büyük dertleri olan biriydi Kazım Koyuncu. İnsanların yoksulluğunu, çocukların gözyaşını, görmezden gelinen azınlıkları, yok edilen doğayı, ölüme terk edilen hastaları… Tüm bunları dert edinen, elinden geldiğince bu sorunları anlatmak ve önüne geçmek için mücadele eden cesur bir isimdi.

Ne var ki pek çok insan onu sadece Karadeniz müziği yapan genç çocuk olarak bildi. Bunda 2002 yılında yayınlanan ve çok seyredilen “Gülbeyaz” dizisinin müziklerini yapması etkili oldu. Kazım Koyuncu için önemli dönüm noktalarından biriydi. Şevval Sam ve Nejat İşler ‘in başrolünü oynadığı dizide birkaç bölüm konuk oyuncu olarak da izleyici karşısına çıkmıştı. Onunla ilk kez tanışan yüzlerce insan elinde gitarıyla Karadeniz ezgileriyle şarkılar söyleyen bu genç adamı sevmişti. Kazım Koyuncu için beklenmeyen bir  şöhretti bu. Onun tek istediği Karadeniz kültürünün alışılmış tiplemesi dışında insan hikayeleri üzerinden anlatılmasıydı. Kendi felsefesince doğru olduğuna inandığı bir iş yapmıştı.

Bu tanınırlığın tamamen kötü olduğunu iddia edemeyiz elbette. Bu güzel insanların daha çok kişiye ulaşabilmesi, içindekileri daha çok insana duyurabilmesi için avantajı da olmuştur muhakkak. Zaten Kazım Koyuncu karakteri gereği asla bu akıma kapılmadı. Şöhret onun için hiçbir zaman önemli olmadı. Kendi varlığı üzerinde büyük sorumluluklar duyuyordu bu yoldan hiç ayrılmadı ve Kazım hissetmediği hiçbir şeyi yapmadı.

“Gülbeyaz” ile gelen tanınırlık sonrasında 2004 yılında ikinci solo albüm geldi. “Hayde” 14 şarkılık bu albümle esas yapmak istediği müzik noktasına ulaştığını söylüyor Kazım.

Bütün dünyaya hitap eden Karadeniz ve modern müzik anlayışını bir araya getirme niyetindeyim

Kazım yine mutlu olduğu şeyi yapmıştı. Konserlerinde söylemeyi sevdiği ritmik melodileri, Karadeniz’in çok dilli yapısını bir araya getirdi. Aynı zamanda sesini beğendiği Şevval Sam ile düet yaptıkları “Gelevera deresi” ve “Ben Seni sevduğumi” parçaları çok sevildi.

Albüme ismini veren “Hayde” Kazım Koyuncu’nun tarzının en belirgin eseriydi. Kemençe, tulum, kaval gibi enstrümanların yanı sıra batı çalgıları ve rock ezgileriyle kendine has bir yorumla hayat verdiği bu az bilinen Pazar türküsü bu dokunuşlarla binlerce insanın bir ağızdan söylediği unutulmaz bir şarkı halini aldı.

“Hayde gidelim” dedi biz de peşine düştük. Onunla birlikte dağlara çıktık, ormanlarda nefes aldık, denizlere daldık. Denizdeki karartıya bakıp sevdiğimizi özledik. Sahi Kazım Abi şimdi o karartıda senin hasretin aklımıza geldiğinde ağlasak ayıp mıdır?

Gülbeyaz’la ve ikinci solo albümle gelen popülerlik onu daha önceden tanıyan seven kemik kitleyi endişelendirse de o devrimci duruşundan ödün vermedi. O hala Ernesto Che Guevara için şarkılar söyleyen asi gençti.

Hayatımda ne paranın ne de başka acayip değerlerin çok fazla bir yeri oldu. Para güzel bir şey, bazen olduğunda kendimi iyi hissediyorum ama parayı hissetmiyorum. İçimdeki müzik ateşinin hiç sönmemesi için sürekli bir şeyler atmam ve bu yangını büyütmem gerekiyor… Cesaretin ve çalışma arzun varsa hiçbir sorun yok… Ben bir müzisyenim, ondan sonra bir Karadenizliyim ama hepsinin ötesinde bir devrimciyim. Ve gerçekten doğru bildiğim bir şeyi ortaya koymaktan çekinmem

Kazım Koyuncu’nun Trabzonspor sevgisinden da bahsetmezsek onu tanıma çabamız eksik kalır. Çok sıkı bir taraftardı. Sadece bir futbol takımı olarak değil hayata karşı bir duruş olarak görüyordu Trabzonsporlu olmayı. Kendi topraklarına ait bir değeri sahiplenmek, en güçlülere karşı duran bir hayali kahramanı sevmekti.

Devrimci kişiliği sadece sahnelerde kalmadı. Kazım Koyuncu doğruluğuna ve haklılığına inandığı her davada sahadaydı. Kimi zaman Çorlu’da bir deri fabrikasındaki direnişçi işçilerin grev çadırında, kimi zaman Taksimde ara sokaklarda 1 Mayıs pankartının altında, çevre eylemlerinde ön saflarda. Karadeniz sahil yolu projesine karşı her yerde tepkisini dile getirdi. Karadeniz’in yeşiline dokunmaya çalışan herkesin karşısındaydı. Depremlerde neden bizim insanımız daha çok ölüyor diye sordu ve isyan etti “Kader mi bu?”

Nükleer santralin tehlikelerine dikkat çekmek için çok çalıştı. Çernobil faciasının Karadeniz insanda bıraktığı acı etkileri yakından görmüştü. Bu yüzden elinden geldiğince doğala aykırı işlerin karşısında durdu.

En büyük korkusu da kanser hastalığıydı. Gel gör ki o büyük korku aldı onu bizden. Eskiden beri zayıf olan bünyesi kendisini yakalayan lanet olası kanseri kaldıramadı. Oysa haberi öğrenen sevenleri asla inanmadı onun böylece erkenden gidebileceğine. Şarkılar söyleyerek aşılabilirdi ya her şey hani, Sevgi tüm zorlukları yenerdi. Müzik Kazım Koyuncu’yu hayata bağlayan şeydi. O yüzden son günlerine kadar çıkıp şarkı söylemekten vazgeçmedi. Kemoterapi tedavisinin devam ettiği günlerde dahi 4 Şubat 2005 tarihinde Taksim’de Yeni Melek gösteri merkezinde unutulmaz bir konser vermişti. 33 yıllık kısacık hayatı ile ilgili şunları söylemişti:

Hayatım 33 yaşına kadar hep mücadele ile geçti. Hep gıcık işlerle uğraştım. Sahil yolu projesi dediler bir albüm yaptım, sanki gazete çıkarmış gibi yazdım oraya: “Sahil yolu projesi istemiyoruz. Nükleer santral istemiyorum..” Şimdiye kadar verdiğim bütün mücadele ve rahatsızlık için kimseden özür dilemiyorum ve yaptığım her şeyle de gurur duyuyorum. Bundan sonra da hayatım ve sağlığım nereye giderse gitsin daha da gıcık, illet, muhalif, deli gibi bir herif olmaya devam edeceğim.”

Kendisi de çok kararlıydı hastalığı yeneceğine, sevenleri inanıyordu onu yeniden sahnede göreceğine. Asla ihtimal vermedi kimse onun gidişine. Ama olmadı. Kazım Koyuncu daha 33 yaşında 25 Haziran 2005 tarihinde hayata veda etti. Ne çok şey yarım kaldı, daha söyleyecek ne çok şarkısı vardı. Kendisi de bunun farkındaydı;

Yüz sene daha yaşasam, yapsam, yapsam,  yapsam hep yapsam yine eksik gideceğiz. Ne kadar eksik gidersek hayatta yapacak o kadar çok şey bırakırız.

Eksik çok şey bıraktığı doğru olsa da çok kimsenin yapamayacağı kadar dolu dolu bir hayat yaşadı. Sanki erken gideceğini biliyormuşçasına 33 yıla dünyayı sığdırdı. Umutlarını, hayallerini, kızgınlıklarını, kalbinde olan tüm duyguları. Kazım bu dünyadan şarkılarla geçti. Uzak yerler çekti onu gemilerle gitti. Engel olamadık. Geride kalanlara kavgasını bıraktı, gitarından yükselen türkünün yarım kalmışlığını bıraktı, umutlarını bıraktı. Bir söyleşisinde şöyle demişti:

Eğer 15 yaşında bir çocuğum olsaydı ona ne olursa olsun inandığı şeyleri yapmasını önerirdim. Yanlış da olsa düşlerinin peşinden koşmasını isterdim. Çünkü hayatta insanın elinde kalanlar biraz da bunlar bence. Doğru ya da yanlış inandıklarınızın peşinden giderseniz genç yaşta birçok deneyim ediyorsunuz. Ve kendiniz doğru yol buluyorsunuz. Önemli olan inanmak

Onun kardeşleri olarak bu sözleri miras belliyoruz. Şair ceketli kumral çocuğu unutmuyor, unutturmuyoruz. Seslendirdiği ayrılık şarkısı ile son verelim yazımıza. Fazlasını  yürek dayanacak gibi değil.

 Teşekkürler Kazım, ürettiğin tüm güzel şeyler için, söylediğin şarkılar, ettiğin o beylik laflar için, inancı, umudu, sevgiyi öğrettiğin için, kendi olmak isteyen binlerce gence örnek olduğun için, bu dünyada var olduğun için.

Yazının hazırlanışında Uğur Biryol tarafından yazılmış olan “Kazım’ın Sevdası” isimli kitaptan ve Ümit Kıvanç tarafından hazırlanmış olan “Kazım için bir Film-Şarkılarla Geçtim Aranızdan” belgeselinden yararlanılmıştır.

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir