İmposter sendromu ya da diğer ismi ile sahtekarlık sendromu ilk defa 1978 yılında psikolog Suzanne Imes ve Pauline Rose Clance tarafından tanımlanmıştır. Onlara göre bu sendrom ruhsal bir hastalık veya kişilik bozukluğu değil duygu durumunda bir bozulmadır.
İmposter sendromu, sahip olunan her başarının şans eseri olduğunu ve kişilerin çevredeki insanları kandırdıklarından dolayı bunun bir gün ortaya çıkacağı duygusuyla boğuşup geldiği yeri hak etmediğini düşünmesidir. İmposter sendromundaki kişiler kendi hatalarına karşı çok duyarlıdırlar. Bu sendromu yaşayan kişiler genellikle üst düzey yöneticiler, sanatçılar, çok iyi okullarda okuyan iyi diploma sahibi kişilerdir. Mesela Einstein, Jodie Foster, John Steinbeck…
Harward Business bu sendrom hakkında:
“Bu insanlar ne kadar başarıyı elde etmiş olurlarsa olsunlar asla içselleştiremezler.” demiştir.
Bir süre sonra bu duygusal bozulma anksiyete ve depresyona sebep olabiliyor. Aristo’nun da dediği gibi: “Sürekli yaptığımız şey neyse biz oyuz.” Yani sürekli sahtekar olduğumuzu ve foyamızın açığa çıkacağını düşündüğümüzde o şey illaki bir gün olur ve istemesek de artık o andığımız şeye doğru evriliriz.
Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar romanında söylediği gibi: “Ben aşağılık sahtekarın biriyim. Kendime bile sahtekarlık ediyorum, dolandırıyorum kendimi.” diye tekrarlanan düşüncelerle yıpranıp sonucunda da depresyon eşiğine kadar getirebiliriz kendimizi. Unutmayalım ki insan yaradılışı hiçbir zaman mükemmel olamamıştır, en parlak yıldızda bile karanlık lekeler bulunur ve eğer bir başarı kazandıysanız yeteneklisinizdir, yapmışsınızdır ve hak ediyorsunuzdur.