Başımızın üstünden uçup gidiyor zaman (hani öyle derler ya) bir telaşla, sanki yetişmesi gereken bir yer varmış gibi. Gittikçe de hızlanan bir hayatı seyrediyoruz. Eskiden bu kadar hızlı mı akardı zaman, yoksa biz ona ayak uydurmuş, farkına mı varmıyorduk? Sokaklar, yollar bu kadar kalabalık mıydı? İnsanlarımız ise bu kadar bencil ve umursamaz mıydı? Bir zamanlar insanlar sokaklarda yavaş yürürlerdi. Nedir ki bu telaş? Zamanla yarışa girmiş gibiyiz. Yetmiyor hiçbir şey ve hiçbir duyguyu tam manasıyla yaşayamıyoruz. Ne zamana yetebiliyor ne de arkadaşlıklara özen gösterebiliyoruz. İlişkilerimizin aralarına perde gerdik. Birbirimizin yüzünü bile görmeden konuşuyoruz.
Gözlerimizle güzel bir şeyler göstermek ümidiyle TV kanallarını zap’lıyoruz. Ta ki birileri bize “dur” diyene kadar dalmışız gidiyoruz. Hangi kuyudan sesleniyoruz da duyulmuyor? Çimlere uzanıp yıldızları seyretmeyi, çiçekleri koklamayı, hayvanları sevmeyi, insanları anlamaya çalışmayı ne zaman unuttuk biz? Sanki bir çöldeyiz ve vaha arıyoruz. Yeşillikleri çöl yapan biz değil miyiz? Bir gülümseyişin, bir samimiyetin altından binlerce anlam çıkartan biz değil miyiz? Ellerimiz sevgiyle dokunmayı, dilimiz incitmeden konuşmayı, bakışlarımız aşkla buluşmayı ne zaman unuttu? O güzel ellerimizle sevgiliye mektuplar yazardık bir zamanlar…Ah o zamanlar!
Şimdiki zamane avuntuları: Sanal bir dünya da sanal muhabbetler peşinde koşuyoruz. Yüz yüze konuşmalarda ellerimizi kollarımızı nerelere koyacağımızı unuttuk. Bakışlarımız ise birbirini kovalayan kuşlar gibi. Bakmayı ne zaman unuttuk biz?. Karşı komşumuzun adını bile bilmiyoruz. Ruhlarımızı o ekranın içine soktuk ve şimdi ise oradan çıkmaya çalışıyoruz. Aynaya baktığımız boşluktayız ve bizi içine çekiyor. Asıl varmak istediğimiz kendi içimiz ama içimiz kayıp. Ne zaman kaybettiğimizi ise unuttuk, geçmişten bir iz arıyoruz. Geçmişte ne olduğun ve ne yaptığın önemli değil, önemli olan şu an hayatı nereden seyrettiğin. Hayatın neresindesin?
Güzel havalarda top oynayan, misket oynayan çocuklar bile kayboldu. Kaybeden bizleriz onları. Bütün yeşillikleri kesen bizim ellerimiz değil mi? Yangınları çıkartan bizim sigaralarımız değil mi? Ayaklarımızı bağdaş kurup, doğayı hissedemeyen kişiler olduk. Artık çocuklar bile hüzünlü palyaço resimleri çiziyor.
Bu dünyada bizler sadece öğrenciyiz ve zamanımızı, çocukluğumuzun misket sahiplenmesine benzeyen anlamsız sahiplenmelerle harcıyoruz. Her şeyden artık çabuk sıkılıyor ve kimseleri anlamaya, anlaşmaya bile çalışmıyoruz.
Anla yüreğini! Anla ve sessizce dokun yüreğine, oradaki sevgileri yüreğine tekrar fısılda. Fısılda ki yüreğinin sevgi sözcükleri tekrar hayat bulsun. Sevgi sonsuzluk gibidir ve her şeyi çevreler… Sevginin olduğu yerde her şey kendi rengini bulur. Sadece sevgi iyileştirebilir bütün yaraları… Sevginin gücüne teslim ol. Bırak sevgi istediğini yapabilsin, uzat elini… Çünkü zaman akıp gidiyor ve zamanı durdurmak için akrebin ardından koşmak gücümüzü aşıyor.
Mevlana’nın güzel cümlelerinde dediği gibi;
“Hayatın amacı, kendine varmaktır. Oysa herkese yaklaşır, her yere varır, Bir tek kendinden uzak kalır insan. Her yeri, her şeyi keşfeder ama kendine kıpırtısız duran okyanuslardan haberi bile olmaz.”