Eskiden şaşırdığımız ne çok şey vardı ama artık her şey ne kadar normal değil mi? Şimdi yerinmemiz için hak ettiğimiz, yani artık bize mübah olan her şey adil. Bu denli yasalken her şey biz de kimiz ki kendi kendimizce? Sevmenin ve en önemlisi de sevmek için bir fedakarlık yapmanın utanılır hale geldiği bu günlerde, yüksek apartmanlarda oturmanın verdiği bir yorgunluk yok mu üzerimizde ve merdivenleri üçer beşer çıkmanın bıkkınlığı.
Saçma sapan insanlar türedi yine bu aralar. Dünya eski dünya, aşklar eski aşklar değil artık. Belki ben de bunlardan birisiyimdir, bilmiyorum. Sevginin anlaşmak olduğuna inananlar var hala. Oysa birkaç yıldır sesini bile duymamışsındır ama bilmiyorlar. Bize de helal olsun hala katlanabiliyorsak buna. Teoman yanılıyor olamaz değil mi? Sevgi anlaşmak değildir, nedensiz de sevilir, bilirsiniz. Ve bir gün mutlu ve huzurlu bir yuva kuramayız diye tüm bunları yıllardır içimizde tutuyoruz ama aşklar da hep böyle olmuyor mu, tek celsede vazgeçsen aşk denir mi hiç adına?
Bugün Ali Lidar ile konuştum ve Tesirsiz Parçalar’dan bahsettik biraz. Şairlerin ve yazarların intiharlarından dem vurmuş. Şöyle demiş Tesirsiz Parçalar 156‘da:
‘’Dostoyevski, epilepsi hastası, homofobik ve iflah olmaz bir kumarbazdı. Oğuz Atay, sevdiği kadına yakın olabilmek uğruna karısından boşanıp sevdiği kadının kocasıyla arkadaş oldu; evlerine daha sık gidebilmek için. Salinger, yaklaşık kırk yıl evinden dışarı adım atmadı, tek bir kare bile fotoğrafı çekilemedi. Yusuf Atılgan, Türk Edebiyatının kilometre taşları sayılabilecek iki büyük eseri yazdıktan sonra (Anayurt Oteli ve Aylak Adam) insanlara küstü; bir köye yerleşip otuz yıla yakın neredeyse tek bir satır bile yazmadan çiftçilik yaptı. Althusser, elli yıldır birlikte olduğu ve taparcasına sevdiği karısı Helen’i bir sabah yanı başında uyurken elleriyle boğdu; bu boktan hayata daha fazla katlanmasına seyirci kalmaması için. Stephan Zweig de tıpkı Althusser gibi yaptı. Tek farkla, o tabanca kullandı karısı ve kendisi için. İnsan ırkına duyduğu güvensizlik Walter Benjamin’i Fransa sınırında kendi kafasına sıkmaya zorladı. Hemingway yalancının tekiydi, Jean Genet gasptan tecavüze kadar bulaşmadık suç bırakmadı ve ömrünün yarısını hapiste geçirdi. Kierkegaard çok sevdiği nişanlısı Regine Olsen’i terk etti, çok sevdiği için. Ömrü boyunca hep acı çekti bu yüzden ama soranlara da yaptığının doğru olduğunu söyleyip durdu. O kadar çok seviyordu ki Regine’i ve o kadar nefret ediyordu ki kendisinden, evlenip onun kendisine ‘maruz kalmasına’ izin veremezdi…
En sevdiğim yazarlardan birkaçının kısa yaşam öykülerini anlatmaya çalıştım. Bir yerlerde bir terslik var ama nerede bilemiyorum...”
Bu yazıyı okudum ve biraz duraksadım. Biraz içerledim sanırım. Yazık ki çok geç denk geldim bu yazıya. Bu durum, belki sizler için de öyledir. Ne kadar acı ve bir o kadar da tesirli bir metin, değil mi? Fedakârlık ve aşk ne de acı bir şey. Edebiyat yoksa yalnızca bundan mı besleniyor? İçindeki hisleri teselli etmenin neden başka yolu yok? Birçoğu belki yaşandı belki yaşanmadı ama yaşanmış olabilme ihtimalini bile düşünmek insanı ateşe veriyor. İşte bu yüzden edebiyat olmayanları oldurabilme sanatıdır aslında; ben hep buna inandım. Yaşamadığın şeyleri yaşatma sanatıdır. Düşünsenize, hiç yanınızda olmamış birisini istediğiniz yere götürebiliyorsunuz.
Ben de ona ‘’aslında ben en çok Oğuz Atay olmak isterdim abim’’ dedim. Eşinden boşanıp sevdiği kadının eşiyle arkadaş olmuş; sevdiği kadını biraz daha fazla görebilmek için. “O da öyle düşünüyordur” dedim kendimce, “o da sevdiği kadının peşini bırakmaz, gerekirse evlendiği adamla bile arkadaş olur” dedim, olmazmış. ‘’Ama elimde olsa Zweig’in intiharına mani olmak isterdim‘’ dedi. ‘’Belki bir on yıl sonra da benim’’ diye geçti içimden. Neler geçmedi ki o an içimden, durup durup dalmalar ve benzer şeyler.
Peki aklınıza “bu yazar neden bu konuyu kaleme almış ki” diye bir soru düştü mü?
Hiç okumadıysanız bir gün mutlaka bir Ali Lidar kitabı okuyun. Şiirlerini hep üst edebiyat penceresinden damlayan satırlarla satırlıyor; paramparça ediyor duygularını. Muhteşem ötesi imgesel bir kalemi vardır. O kadar vazgeçmiş ki hislerinden, fotoğraflarına dahi baktığınızda gözlerindeki boşluktan anlıyorsunuz. Hani diyoruz ya bazen çok istediğimiz bir şey olmadığı zaman ‘’isterse dünyayı versinler bu saatten sonra bir önemi yok‘’ aynı bu şekilde der gibi bakıyor, bu dünya denen boşluğa. Bir milyar kitap satan bir yazar olsa da bence böyle kalırdı Ali Lidar, hiç satmasa da. Kelimelerine daldıkça uzaktan uzağa duygularını hissetmeye ve o şiirleri yaşamaya başladıkça da Ali Lidar’ı görmeye başlayacaksınız.
“Edebiyat, gizlediğimiz duyguların dışavurumudur bir miktar” desek belki kendimize yalan söylemiş oluruz. Aslında çok miktarda öyledir. Yapabilecek cesaretimiz ve imkânımız olsa kim bunlardan birini yapmazdı? Bir gün bir kitapçının önünden geçerken durup kapısında içeri bakın ve rengârenk hikayelerin doluştuğunu hayal edin. Romanların kahramanları ve şiirlerin kahramanları rafların arasında sohbet ediyorlar, konuşuyorlar, şiirler okuyorlar. Birbirinden muhteşem aşkların, kavgaların, vedaların, hüzünlerin ve kavuşmaların ve benzer şeylerin olduğu sahneleri hayal edin. Bir Ali Lidar kitabı alıp sonra bir kenara çekilin, çok sakin bir şekilde okuyun. O, hayatınızda tanıdığınız en mükemmel yazarlardan biri olacaktır mutlaka.
Sahiden bir kenara çekilip bunu düşünün bir miktar, siz olsanız hangisini yapardınız? Yaşanmış olsa da olmasa da bu yazının yani, Ali Lidar’ın Tesirsiz Parçalar 156’nın iç dünyasına inin ve sevdiklerinize şu soruyu sorun: ‘’Sen olsan hangisini yapardın’’ ya da ‘’Oğuz Atay olmaya cesaretin var mı?‘’