The Guardian ekibinden Andrew Pulver’ın Martin Scorsese ile The Irishman ve günümüz sinema endüstrisi üzerine yaptığı röportaj yazımızın devamında.
The Guardian, The Irishman’i 2019 yılının 1 numaralı filmi seçti, yani tebrikler!
Teşekkürler. Onur duydum.
Film yayınlanalı henüz çok olmadı ama sizce izleyicisiyle neden bu kadar güçlü bir bağ oluşturdu?
Açıkçası bununla ilgili size zekice bir cevap veremem. Filmin yapım aşaması bir talih işiydi. Netflix’in finansal ve yaratıcı desteğini aldığımız için şanslıydık ve başladıktan sonra da geri kalan süreç aktı gitti. Projenin atmosferini nasıl daha doğru bir şekilde ifade edebilirim bilmiyorum çünkü insanlar, “Eski dostlar bir araya gelip birlikte takılmışlar.”diye düşünüyor. Ama aslında hiç de o şekilde değildi. Bu bizim yapmamız gereken bir şeydi. Ve bu şekilde karşılanacağını hiç tahmin etmemiştim. Bilirsin, hayatlarımızın son dönemlerindeyiz ve elimizden gelenin en iyisini yapmaya çalışıyoruz. Eğer yaptığımız iş ilgi çekiyor ve insanlar tarafından benimseniyorsa bu harika bir şey.
Ayrıca Netflix sayesinde, anlatı stili, görsel stil ve süre gibi konularda daha deneyseldik. Sinema alanındaki devrim de bir bakıma bu filmleri artık nerede izlediğimizi bilmememizden kaynaklanıyor. Bu filmleri izleyebildiğimiz tek bir yer var mı? Bilirsin ben, filmleri tek bir yerden izlediğimiz zamanlarda yetiştim. Sonra 12’ye 16 ekranlarla siyah beyaz televizyonlar çıktı ve o zamanlar ilk David Lean filmlerini, The Third Man’i, reklamlarla bir Citizen Kane’i ve The March of Time serisini yayın akışına uyarlanmış şekilde izlemeye başladım. Bu gibi eserleri sinemada izlemek harikaydı. Tabiri caizse o zamanlar sinema bu eserleri izleyebileceğimiz ana mekandı, fakat bu zamanlara da tanıklık edince ister istemez yanlı oluyorsun.
Sanırım tüm bunlar, film doğal bir şekilde gelişti ve stil ve süre konularında içgüsel davrandım demenin uzun ve dolambaçlı yolu. Tüm bu süreç CGI detayını kullanmadan önce gelişti, ki ben CGI’ı makyajın evrimi olarak yorumluyorum. CGI’ı kullanmak da fevkalade deneyseldi. İşe yarayıp yaramayacağını bilmiyorduk, yani yolumuzu deneyerek bulduk.
Oyuncu ekibini nasıl böyle denk getirdin? Herkes senin, Joe Pesci, Robert De Niro ve Harvey Keitel’ı bir araya getirip bir de Al Pacino’yu ekibe katmanla sarsıldı.
Bob’la birlikte yıllardır böyle bir proje oluşturmak için çabalıyorduk. Bu film de aslında 35 yıl önce, The Bad and the Beautiful ve Two Weeks in Another Town serisini yeniden çekme düşüncesinden doğdu. Bir şekilde bu fikri tükettik. Daha sonra Bob bu hikayeyle çıktı geldi ve “Eğer o da isterse, Joe’nun oynaması için harika bir rol.” dedi. Ve tabii ki Al Pacino için de harika bir rol vardı. Bunca yıl hiç Al ile çalışmadım, inanabiliyor musun? Filmdeki rolleri için doğru insanlar olduklarını biliyorduk. Birbirimize baktık ve bu projeyi yapmamız gerektiğini farkettik. Bu film, birikimimizin sonucu değil, bulunduğumuz yerin, yani hayatlarımızın son dönemlerinin önemini kavramamız sonucu oluştu.
Çeteleşmenin, Amerika Birleşik Devletleri politikasında bu kadar güncel bir mesele olduğunu ne zaman farkettiniz? Gerçekten çok öngörülü bir hareket, Trump dönemiyle de oldukça ilişkili.
Tam da filmi çekerken farkettik. Tamamıyla. Çekimlerin ortasında bir an durup birbirimize baktık ve konu aldığımız şeyin, tam da şu an gerçekleşen bir durum olduğunu farkettik. Bu demek değil ki geçmişte durum bu şekilde değildi. Fakat belki de sadece bu ülkede, her zaman bir güçler ayrılığı fikri vardı. Ve bu ülkenin devletinde yolsuzluğun gerçekleştiği ilk dönem de değil. Fakat şu an bu meselenin dönüm noktasındayız. Artık bu problem bitebilir gibi görünüyor.
Bu yıl, Marvel ve süper kahraman filmleriyle ilgili yaptığın yorum büyük bir haber oldu. Bunun olacağını ne kadar hesaplayabilmiştin?
Açıkçası bu konuyu uzun süredir tartışıyoruz. Sinemaların, süper kahraman filmleri tarafından el konulmasını. Etrafta uçuşan, gümleyen ve çarpışan insanlar izlemeyi, ki izlemek istediğiniz buysa tamam. Sorun şu ki artık başka türlü filmler için bir alan kalmadı. Daha ne kadar film çekebilirim bilmiyorum, belki de bu sonuncusudur. Bu yüzden bu filmi yaparken aklımdaki fikir belki bir gün filmi NFT1’de ve Paris’teki Cinémathèque2’de oynatmaktı. Şaka yapmıyorum.
Günümüzde, sadece yeni çıkan süper kahraman filmlerinin sinemalarda oynatıldığı bir dönemdeyiz. Bir sinemada 12 salon varsa 11’i süper kahraman filmleri gösteriyor. Süper kahraman filmleri izlemeyi seviyorsunuz, tamam, ama bunun için 11 salonu kaplamaya gerek var mı? Lady Bird veya The Souvenir gibi filmler için bu sayılar çılgınca olurdu. Bu filmler inanılmaz derecede ticari amaçlı filmler değiller ama bir yerlerde mütavazı, özgün ve büyük izleyici kitlelerine ulaşan filmlerin de olduğunu gösteriyorlar. Bir film ticari amaçlı çekildi diye muhakkak ki sanat olarak görülmeyecek diye bir şey yok. Sinemalarda tüketilen şey de bir üründür. Ürün, tüketilmek ve sonrasında bir kenara atılmak içindir. Örneğin Singin’ in the Rain gibi ticari amaçla çekilmiş bir filme bakın. Tekrar tekrar izleyebilirsiniz. Yani asıl soru şu: Sanatsal formu nasıl koruyacağız?
Filmi beğenmiyor olabilirsiniz ama The Aviator gibi bir filmi günümüzde çekemezsiniz. Ya da Shutter Island’ı, Leonardo DiCaprio ve ben dahil olsak bile bugün çekemezsiniz. The Departed filmi, filmin kendisine rağmen çekilmişti, filmin yıldızlarının gücü filmin çekilmesine yardımcı olmuştu. Bu projeyi çekerken böyle filmlere kapıların kapandığını farkettik. Yani neler oluyor? Sinemalara bir göz gezdirdim ve 10 salonda aynı filmin gösterildiğini gördüm.
Bu filmi sadece 4 haftalığına sinemalarda oynatmamız hakkında insanlar yorumlar yapıyor. Daha fazlasını sağlamaya çalıştık fakat sinema sahipleri ve Netflix ile uzlaşamadık. Fakat bilirsin, yalnızca 1 haftalığına sinemalarda gösterilip sonrasında kaldırılan filmlerim oldu. Amerika’da The King of Comedy bir hafta içinde gösterimden kaldırıldı. 10 yıl boyunca da görmezden gelindi.
1: National Film Theater: Klasik ve bağımsız filmlerin gösterildiği, İngiltere’de önde gelen repertuar sinemadır.
2: Fransız Sinematek. Dünyanın en geniş film, sinema belgesi ve sinemayla ilgili obje arşivine sahiptir.
King of Comedy’den bahsetmişken, Joker hakkında ne hissediyorsun?
Joker’in King of Comedy ve Taxi Driver’dan esinlenilerek çekilmesi gerçeği beni büyüledi. Özellikle de King of Comedy’den esinlenilmesi, çünkü bu filmin sadece İngiltere’de ilgi gördüğünü biliyordum. Ama Joker’le ilgili konuya çok dahil olmak istemedim.
İlk 10 listemizin neredeyse hepsini kaplıyorsun. Happy as Lazzaro ve The Souvenir gibi filmlere ve ayrıca Amerika ilk 10 listemizde olan Uncut Gems filmine de dahil oldun (yapımcı olarak). Sence The Irishman’le bu filmlerin piyasada yeni beliren yönetmenlerine bir iki bir şey gösterebilmiş misindir?
Hayır. Bunu bilmiyordum, nereden bilebilirdim? The Irishman’i nasıl çekeceğimle ilgili aldığım kararlarda kesindim. Happy as Lazzaro’da ise sunduğum şey şuydu: 77 yaşındayım ve yapacak işlerim var. Zaman en değerli şeydir, değil mi? İsmimi yapım listesine yazdırdım ve “Evet, bence bu filmi görmeniz lazım.” dedim.
The Souvenir’de ise durum daha farklıydı. Başlarda Joanna Hogg ile birlikte projenin içindeydim. Joanna beni görmeye geldi ve birlikte film üzerine tartıştık. Safdie kardeşler, onlar tamamen çılgınlar. Onları Telluride’de bir akşam yemeğinde gördüm ve sanki bana saldırıyorlar gibi hissettim. İki eşkıya gibiydiler. Bana Adam Sandler ile anlaştıklarını söylediklerinde, “Tamam, bu ilginç.” diye düşündüm. Birlikte The Irishman’insetine gelir ve takılırlardı. Deyim yerindeyse bir yanım hala onların yırtıcı tavırlarıyla bir bağ içinde. Ama yıllar içinde Joanna’nın filmlerine ya da Happy as Lazzaro’nun stiline daha yakın gitmeye başladım. Konu, esas olan şeylere odaklanmakla ilgili.
The Irishman’in Netflix platformu içinde bir paratoner işlevi göreceğini ve geri kalan film endüstrisiyle de böyle bir çekişme içine gireceğini tahmin etmiş miydin?
Netflix ile bir film yapmayı kararlaştırdığımızda bunun ne anlama geldiğini anlamıştım. Filmin öncelikle yayın platformunda ama aynı zamanda sinemalarda da gösterileceğini biliyorduk. Bu noktada filmi yapmamız ve finanse etmemiz gerektiğini biliyorduk. Ayrıca asıl mesele yaratıcı özgürlüktü. Tartıştık ve dedik ki, “Tamam, film sadece bir haftalığına vizyonda durabilir.” Ben de bu koşulu kabul ettim. Benim asıl endişem bu durumun oyuncular ve Akademi için uygun olup olmayacağıydı. Benim için değil, film için de değil. Çok uzun bir yolculuğun sonuna geldiğimi biliyorum. Önemli olan şey filmi yapmak ve filmlerin daha farklı karşılandığı bu yeni dünyayı kucaklayabilmek.
Kaynak: https://www.theguardian.com/film/2019/dec/20/martin-scorsese-maybe-the-irishman-is-the-last-picture-ill-make