Virginia Woolf 1882 yılında Londra’da dünyaya gelmiştir.
Annesi Julia Duckworth ve babası dönemin tanınmış yazarı Sir Leslie Stephan’dır.
Victoria devrinin baskısı altında kalan Woolf, -ki kadın kimliğinden ötürü- eğitimini evde görmek mecburiyetindedir. Bu noktada maddi-manevi anlamda şanslı olan Woolf kendini geliştirecek ortamı babasının kütüphanesiyle yakalayabilmiştir.
Daha çocuk yaşta yazar olma hayalini yaşam hedefine koymuştur.
On üç yaşında annesini kaybetmek, onun hayatındaki ilk derin acısı oldu.
Büyümesiyle birlikte yazın alanına atılmaya başlayan Woolf, gazetelerde hikayelerine yer kazandı. Onun yazılarında Victoria devrinin baskısına karşı dik duruş ve eleştiri, sözcükleriyle kemiklendi.
İçe dönük bir yoldan dışa uzanan asfalt zemin gibi cümleri; kimilerinin cinsel direnişine, kimilerinin toplumsal sancısına adım oldu.
“Böyle bir dünyaya çocuk nasıl getirilir? Acıyı ne hakla besleyebiliriz? Uzun süreli sevgilerden yoksun küçük duyguların ardına takılıp şuraya buraya sürüklenen bu zevk düşkünü … soyunu ne hakla sürdürebiliriz?” (Mrs. Dalloway, Virginia Woolf syf. 91)
1904 yılında babasını kaybedince kardeşleri ile birlikte Bloomsbury’e taşındı. Bu durum hayatı için yeni bir sayfa mahiyetindeydi.
Bloomsbury grubu ünlü sanatçıların bir araya gelerek baskı altına alınan cinsel yönlere karşı durmayı amaçlayan ve içerisinde eşcinsel, biseksüel insanların da bulunduğu bir gruptu.
Woolf gruba dahil olan Lyton Strachey ile bir süre nişanlı kalmış fakat geleceği olmamıştı.
Onun hayalini gerçekleştirmesinde ve mutluluğu yakalamasında en büyük role sahip olacak Leonard Woolf ile 1912’de yaşamını birleştirdi. Çünkü Virgina kitaplarına et ve kemik verecek bir basımevi elde etmişti.
Malesef bütün bunlar ruhundaki yırtıcı, yabani ellerin evcilleşmesini sağlayamadı. Zihinsel bunalımlarından ötürü kendi yarattığı eserleri başarılı bulmuyor ve korkuyordu. Hasta olmaktan… Delirmekten…
Kadınlığın haykırışındaki ruhsal sancı ve yaşamdaki derin mânâ/mânâsızlık onun eserinde önceden doğmuş bir ağlayıştı.
Bize Kendine Ait Bir Oda yarattı ve Ouse nehrine ceplerinde taşlarla Kendine Ait Bir Ölüm.
Eşi Leonard Woolf’a da bir mektup:
“En sevdiğim,
Yine delirecekmişim; bu korkunç günleri atlatamayacakmışız gibi hissediyorum. Ve sanki giden zamanı geri çeviremeyeceğim. Sesler duymaya başlıyorum ve konsantre olamıyorum. Bu yüzden yapmam gereken şeyi yapıyorum.
Bana verebileceğin en büyük mutluluğu verdin. Kimsenin yapamayacağı şeyleri yaptın. İki insanın birlikte daha mutlu olabileceğini sanmıyorum. Ben artık savaşamayacağım. Biliyorum, senin hayatını mahvediyorum, bensiz daha mutlu olacaksın. Görüyorsun bu mektubu bile doğru düzgün yazamıyorum. Okuyamıyorum. Hayatımdaki bütün mutluluğu sana borçlu olduğumu söylemek isterim. Bana karşı inanılmaz sabırlısın ve iyisin.
Şunu söylemek istiyorum -aslında bunu herkes biliyor- eğer biri beni bu durumdan kurtarabilecek olsa bu sen olurdun. Her şey beni terk edip gitti ama senin iyiliğin hep benimle kaldı. Artık senin hayatını mahvetmeyeceğim. Kimse, seninle mutlu olduğumuz kadar mutlu olamazdı.
V.”