Kendine Ait Bir Odası Bile Olmayan Kadınlar

İsterseniz kütüphanelere kilitler vurun ama zihnimin özgürlüğüne vurabileceğiniz ne bir kilit var ne de bir sürgü, ne de kapatabileceğiniz bir kapı.

Virginia Woolf – Kendine Ait Bir Oda

Virginia Woolf

Edebiyat eleştirmeni Leslie Stephen ve yayıncı bir ailenin kızı olan Julia Duckworth’ın kızı olarak 1882’de dünyaya gelen Virginia Woolf’un asıl ismi Adeline Virginia Stephen’dı. On üç yaşında annesini kaybeden Virginia Woolf o dönemlerde kız çocuklarının eğitimine önem verilmediği ve kadınların değer görmediği bir dönemde bulunduğu için okula gidememiştir ancak edebiyat eleştirmeni olan babası kızına kişisel gelişimi ve eğitimi konusunda destek olmuştur.

Kız kardeşi de kendisi de sanata oldukça düşkündür ve kız kardeşi ressam olmaya Virginia ise yazar olmaya küçük yaşlarda karar vermişlerdir. Babasını kütüphanesinde çokça vakit geçiren Virginia orada kendini yazı konusunda geliştirir ve 1895 yılında gazetede kısa hikayeler yazarak ilk adımı atar.

Virginia Woolf ilk eseri olan Dışa Yolculuk’u 1915 yılında yayınlamıştır. Ardından birçok başarılı esere imza atan Woolf yeteneğini kaybettiği düşüncesine kapılmıştır ve bu durum onu fazlasıyla yıpratmıştır. Buna daha fazla dayanamayan Virginia Woolf 28 Mart 1941’de ceplerine taşlar doldurarak kendini Ouse nehrine atmıştır. Ondan geriye ise sadece eserleri ve biri kardeşi Vanessa’ya diğeri ise eşi Leonard Woolf’a yazmış olduğu iki mektup kalmıştır.

Viktorya Dönemi Edebiyatı

Viktorya döneminde yaşayan Virginia bu dönemin dayatmalarına ve kadınları ikinci planda tutmasına daima karşı çıkmıştır. Katı ahlaki ve sosyal yaşam kurallarının hakim olduğu Viktorya döneminde kadınlar hak ettiği değeri görememiştir. O dönemde kadınlara evlerinde kocalarının sözünden çıkmadan, çocuklarına bakıp ev işleriyle meşgul olmaları gerektiği dayatılmıştır ve bu etkiler edebiyata da yansımıştır.

Bununla birlikte Viktorya edebiyatında romantizmin etkileri görülürken aynı zamanda soyut ifadelere ağırlık verilir ve içe dönüş başlar, insanın iç dünyasından yansımalar görülür. İşçi sınıfının zorlu yaşam koşulları, alt sınıfın içinde bulunduğu kötü durum, kadınlara ve çocuklara karşı uygulanan kötü muameleler, çok çalıştırılan kadınlar, sevgiden yoksun evlilikler dönemin edebi eserlerine konu olmuştur.

Viktorya Dönemi Edebiyatında Kadınlar

Bu dönemde kadınlara karşı öyle bir bakış açısı vardı ki, kadınlar toplumun dayattığı ahlaki kurallara uymak zorunda bırakılıyorlardı ve onların sanatla, edebiyatla ilgilenmesi oldukça ayıp karşılanıyordu. Öyle ki o dönemde piyanoların ayakları kadın bacağını andırdığı için piyano ayakları süslü kılıflarla gizlendiği söylenmektedir.

Ne yazık ki bu dönem kadınların başarılarını gizledikleri bir dönemdi. Çünkü yetenekli kadınlar ya büyücü olarak görülüyor ya da namussuzlukla suçlanıyorlardı. Bu yüzden Brontë kardeşler eserlerini erkek isimleriyle yayınladılar. Jane Austen’ın anonim kalması da bu yüzdendi.

Tüm bunlar göz önüne alınıp dönemin edebi eserleri incelendiğinde kadın karakterlerin genelde evde oturup kocasının dilediği yaşamı sürmekte olduğunu görmekteyiz. Aksi şekilde davranan, asi, kendi kararlarını alıp dilediği gibi yaşamak isteyen kadın karakterlere ise genelde hazin sonlar yazılırdı ve edebiyatta bile kadınlara “ahlaki kurallara uymadığınızda sonunuz böyle kötü olur” mesajı verilmeye çalışılırdı. Kadının yeri daima evi olarak görülürdü. Virginia Woolf ise bu görüşe tamamen karşıdır ve eserlerinde de bundan oldukça sık bahseder.

Viktorya Dönemi Edebiyatı Kadın Yazarları

Viktorya döneminde “kadının yeri evidir, kadın iş dünyasına ait değildir” görüşü oldukça yaygın olduğu için dönemin kadın yazarları isimlerini gizli tutma konusunda oldukça dikkatliydiler. Bunun en büyük sebebi ise kadınların bu dünyaya ait görülmemesiydi.

Bu yüzden o dönemin toplumuna göre kadınlar zihinlerinde bir aşk öyküsü kurgulayamazdı veya edebiyata katkıda bulunamazlardı. Bu sebeple kadınlar isimlerini gizli tutmayı tercih ediyorlardı. Eğer yazdıkları kitapları kendi isimleriyle yayınlayacak olsalar konuşulacak olan şey o eserler değil, bunu yazanın bir kadın olması olacaktı. Onlar kalemlerinin gücüne güvendiler ve yazdıkları eserler asırlar boyu konuşulsun istediler. Peki kim bunlar?

Brontë Kardeşler

Bu kadın yazarların en önemli ve ses getiren örnekleri arasında Brontë kız kardeşler yer almakta. Charlotte Brontë, Emily Brontë ve Anne Brontë, Viktorya edebiyatının önde gelen isimlerindendir. Onlar şiir ve romanlarıyla tanınmış yazalardır ancak o dönemde hiç kimse onları Charlotte, Emily ve Anne olarak tanımıyordu. Onlar erkek isimleri kullanarak Currer, Ellis ve Acton Bell olarak tanıttılar kendilerini. Charlotte Brontë Jane Eyre ile edebiyata damga vurdu.

Emily Brontë Uğultulu Tepeler ile kazıttı adını edebiyat tarihine. Anne Brontë ise Wildfell Hall Kiracısı ile tanıttı kendisini. Özgünlükleriyle, eserlerindeki tutkulu öykülerle dikkatleri üzerlerine topladılar ancak kadın oldukları bilinseydi belki yargılanacaklardı belki de toplum tarafından dışlanacaklardı.

Jane Austen

Dönemin bir diğer ses getiren yazarı ise kitapları tüm dünya tarafından tanınan ve edebiyat dünyasının en ünlü romancılarından biri olan Jane Austen’dır. Jane Austen babası tarafından eğitimine oldukça önem verilerek büyütüldü ve ilk hikayelerini 12 yaşında yazmaya başladı. Austen’ın romanlarını baş karakterleri de daima kadınlar olmuştur ve bu kadınlar hayatlarını mutlu bir şekilde devam ettirmeyi başarmış kadınlardır.

Diğerleri gibi Austen da yazmış olduğu tüm romanları anonim olarak yayınlamıştır. Edebiyatın müstehcen bir uğraş olarak kabul edildiği o dönemde kadın olmasının konuşulmasını istemeyen yazarlardan birisi olarak anonim kalmayı tercih etmiştir. Aşk ve Gurur romanı ile tüm dünyada ses getiren bu başarılı yazar 1817 yılında ölümünün ardından gerçek anlamda tanınmıştır.

George Eliot

Diğer yandan günümüzde hala George Eliot olarak tanınan Viktorya döneminin ünlü şairi de aslında kadındı. Gerçek ismi Mary Anne ilk kitabı yayınlandıktan sonra kadın olduğunu itiraf etmek zorunda kaldı. Bunun sebebi bir başkasının “George Eliot benim” iddiası ile yerine geçmeye çalışmasıydı. Bu olay üzerine kimliğini açıklamak zorunda kalan Marry Anne takma adını uzun bir süre kullandı.

Tüm bunlar göz önünde bulundurulduğunda kadınların kimliklerini gizlemek zorunda kalması kim bilir kaç yetenekli kadının cesaretinin kırılmasına, toplumsal endişeler sebebiyle yazmaktan vazgeçmesine sebep olmuştur bilinmiyor ancak tüm bunlara karşı çıkan yazarların olmasının da dönem için umut verici olduğu söylenebilir.

Feminizm Öncüsü Bir Eser: Kendine Ait Bir Oda

Viktorya döneminin kadınlar üzerinde oluşturduğu tüm baskıya karşı gelen Virginia Woolf, Kendine Ait Bir Oda adlı eserinde bunu konu edinmiştir. Feminizmin öncülerinden biri olarak kabul edilen bu eserde Virginia Woolf Viktorya dönemindeki kadın yazarlardan da oldukça sık bahseder. Kadınların özgürlüğünün elinden alınmasına karşı öfkesini oldukça net hissedebiliriz bu eserde.

Kitabın incelemesi esnasında Virginia Woolf’un erkeklerin kadınları aşağılayarak, küçük görerek kendilerini yücelttiklerine değindiği görülebilir. Erkeklerin daima kadınlar hakkında bir fikrinin olmasından, daima kadının ne yapması ve yapmaması gerektiğine karar vermelerinden yakınır.

“Cinsiyet ve doğası doktorlara ve biyologlara cazip gelebilirdi; ama şaşırtıcı ve açıklaması güç olan, cinsiyetin – yani kadınların- aynı zamanda sevimli deneme yazarlarına, çalakalem yazanlara, lisansüstü eğitim almış genç adamlara; eğitimsiz erkeklere; kadın olmamaları dışında görünürde hiçbir niteliği olmayan erkeklere de çekici gelmesiydi.” sözleriyle isyan etmektedir bu duruma.

Ve devam eder “Bu kataloglardan gördüğüm kadarıyla neden erkekler kadınlara değil de kadınlar erkeklere çok daha ilginç geliyordu? Bu bana kalırsa çok garip bir olguydu. Kadınlar hakkında kitaplar yazarak ömür geçiren erkeklerin hayatlarını gözümde canlandırmaya çalıştım; yaşlı mı yoksa genç miydiler; evli mi yoksa bekar mı, kırmızı burunlu mu yoksa kamburu çıkmış mı?”

Bu cümleleri farklı açılardan değerlendirildiğinde aslında birçok mesaj içermektedir. Kadınlarla bu kadar ilgilenen, onların her ayrıntısına önem veren erkekler kimlerdi? Onlar hakkında neden hiçbir şey bilinmiyordu? Çünkü toplum hiçbir zaman bu insanlara “Sen kimsin?” sorusunu sormadı. “Kadınlar hakkında bu kadar çok fikrin varken sen nasıl birisin?” demedi hiç kimse. Erkekler de böylece bunu kendilerine hak görmeye devam ettiler.

Nereye baksanız erkeklerin kadınlar hakkında düşündüğünü görürsünüz ve hepsi de farklı düşünür.

Eseri okudukça geçmişten bugüne kadar kadınların ne kadar aşağılandığını, ne kadar haksız baskılara maruz kaldıklarını, hayatlarından nasıl zorla vazgeçirildiklerini görmek de mümkün. Kadınlar erkekler için istedikleri gibi kullanabilecekleri birer köleydi. Hatta kendilerini yüceltmek için bile kendi kişilikleri yerine kadınları kullanan zavallı varlıklar haline gelmişti erkekler.

Bütün bu yüzyıllar boyunca kadınlar, erkeği olduğundan iki kat büyük gösteren bir ayna görevi gördü, bu büyülü aynanın müthiş bir yansıtma gücü vardı…

Napoléon da Mussolini de kadınların erkeklerden aşağı olduğunda bu kadar ısrarcıdırlar, eğer onlar aşağıda olmasalardı kendileri büyüyemezlerdi.

Bir yandan da edebiyat dünyasının iki yüzlülüğüyle karşı karşıya kalıyoruz. Virginia Woolf bu eserinde buna da oldukça dikkat çekmekte. Kadınların toplum tarafından aşağılanan bireyler oldukları halde, edebiyat dünyasında kadının çekiciliğinin ne kadar sık kullanıldığından bahsetmektedir.

Oysa edebi eserlerde erkek yazarlar tarafından yazılan kadın karakterlerin ne kadar muhteşem varlıklar olduğuna değinmekte usta bir dille. Yazılan romanlarda veya öykülerde güzel kadınlar ve onlara aşık erkeklere de çok sık yer verilmekteydi.

“Aslında, eğer kadın, sadece erkeklerin yazdığı kurgularda var olsaydı, onun büyük önem taşıdığı fikrinde olurduk; çok farklı; cesur ve huysuz; büyüleyici ve çıkarcı; inanılmaz derecede güzel ve aşırı derecede çirkin; bir erkek kadar büyük, bazılarına göre erkekten de büyük. Ama bu kadın kurguda yer alıyor. Aslında Profesör Trevelyan’ın da belirttiği gibi, kadın odasına kilitleniyor, dayak yiyor, oraya buraya fırlatılıyordu. Böylece ortaya çok garip ve karmaşık bir varlık çıkıyor.

Hayal edildiğinde çok önemli; pratikte ise tamamen önemsiz. Şiir kitaplarını baştan sona istila etmiş, tarihte ise ortalarda görünmüyor. Kurgularda, kralların ve fatihlerin hayatlarına hükmediyor;
gerçek hayatta ise ailesinin parmağına zorla yüzük taktığı herhangi bir oğlanın kölesi. Dudaklarından, edebiyatın en ilham verici sözcükleri, en derin duygularından bazıları dökülüyor; gerçek hayatta okumayı neredeyse bilmiyor, kelimeleri zar zor heceliyor ve kocasının malı olmuş.”

Durumu o kadar güzel ifade etmiş ki Virginia Woolf. Kadınlar söz konusu kurguyu yüceltmek, ilgi çekici hale getirmek olunca kadınlar yüce varlıklar haline gelmişler. Oysa gerçekte kimsenin kadının varlığına dahi önem vermediği apaçık ortada. Kadınlar erkekler tarafından hem gerçek hayatta kendilerini yüceltmek için, hem de edebiyatta eserlerini ilgi çekici hale getirmek için kullanılmış.

Virginia Woolf ilerleyen sayfalarda kadınların edebiyat dünyasında var olamayışlarından bahsediyor. “Kadınların kendilerine ayıracak yarım saatleri bile yok” diyor. Onlar hep evleriyle, eşleriyle, çocuklarıyla ve toplumun beklentilerini karşılamakla meşgul olmak zorundalar. Ayrıca mesele sadece kendilerine ayıracakları yarım saat de değil. O dönemde kadınların kendilerine ait yaşam alanları bile yoktu. Ne özel hayatları vardı ne de kendilerine ait, çekilip diledikleri gibi yazacakları bir odaları vardı. Eğer soylu bir aileden gelmiyorlarsa onlar imkansızlıklar içerisinde kendilerini büyük imkanlar yaratmak zorunda kalıyorlardı.

Oysa ne kadar komik ve içler acısı bu durum. Erkekler duygularını, düşünce yapılarını, varoluş biçimlerini bile bilmedikleri kadınlar ve onların kadınlıkları hakkında daima fikir belirtme özgürlüğüne sahipti. Üstelik kadınların ne yapacağına, nasıl davranacağına, nasıl yaşayacağına ve var olacağına da bir erkek karar veriyordu. Aslında kadın hakkında da kadınlık hakkında da hiçbir şey bilmiyordu.

Yapılan bu yazar ve eser incelemesinde Virginia Woolf’un gerçek bir feminist kimliğiyle, karşı cinsi kötülemeden yalnızca kadınların toplum tarafından uğradığı aşağılanmayı ve psikolojik şiddeti usta bir dille eleştirmiştir. “Bir sınıfı ya da bir cinsi tümüyle suçlamak saçmaydı. İnsan kitleleri hiçbir zaman yaptıklarından sorumlu değildi” cümlesiyle de aslında amacının kadınları yüceltip erkekleri aşağılamak olmadığını çok net bir şekilde görebiliriz.

Ayrıca “Belki de saf erkek olan bir zihin yaratıcı olamaz, saf kadın olan bir zihin de… İnsanın zihninde kadın ve erkek arasında bir iş birliği oluşmalıdır ki yaratıcılık tamamlanabilsin. Zıtlıkların evliliği tamamlanmalıdır” sözleriyle de bunu vurgular.

Virginia Woolf’un istediği şey ne kadın egemen bir dünya ne de erkek egemen bir dünyadır. Onun istediği şey kadının ve erkeğin birbirini anladığı, birbirini desteklediği ve değer verdiği, işbirliği içinde olmasını istediği bir dünyadır. “Zıtlıkların evliğili” derken kastettiği şey de aslında gerçek manada bir evlilik değil, cinsler arasında karşılıklı bir anlaşma ve değer birliğidir.

Bizlere bırakmış olduğu bu değerli eser insanı fazlasıyla düşünmeye iten, bir insana kadın veya erkek olarak değil, insan olarak değer vermenin önemini vurgulayan ve aynı zamanda feminizm kavramını da net bir şekilde yansıtan bir eserdir.

Exit mobile version