Karantinada Oksijenli Şiirler

 Ciğerleri dizelerle nefes alan, ruhunu ayraç gibi şiir kitaplarının arasında yeşerten, asla solmayan, şairlere soluksuz koşan sevgili okurlar. İzolasyon sürecini ruhen zararla değil büyük faydalarla atlatmak amacıyla sizlere bu şiirleri oksijen maskemizle sunuyoruz.

   Bunlardan birincisi: Leylisinin Hasretinden Prangalar Eskiten Ahmed Arif’ten “İçerde” şiiri…

  Haberin var mı taş duvar?
  Demir kapı, kör pencere,
  Yastığım, ranzam, zincirim,
  Uğruna ölümlere gidip geldiğim,
  Zulamdaki mahzun resim,
  Haberin var mi?
  Görüşmecim, yeşil soğan göndermiş,
  Karanfil kokuyor cıgaram
  Dağlarına bahar gelmiş memleketimin… 
  

Eee içeride baharı hissetmek lazım.:)
Bir diğer şiirimiz: yâriyle arasına karantina girenlere, özlemle yananlara gelsin. Nurullah Genç’ten Rüveyda…

fezayı bağlayarak yorgun kanatlarına
bir güvercin uçurup kıtalar arasından
çağırdın beni
geçerek birer birer sürgün kanyonlarını
derbeder koşup geldim ışıldayan tahtına
yarım koyup bir bardak kurşun rengi çayımı
yıkarak yalnızlığa kurduğum sarayımı
yetim çığlıklarımı duyurmak üzre sana
koşup geldim; iliştir beni memnu bahtına

adını söylemek istemiyorum
her hecesi amansız bir kor dudaklarımda
her harfine yıllardır şimşeklerle yarıştım
zindanlara karıştım, ölümlerle tanıştım
adını söylemek istemiyorum
rüveyda dediğim zaman
anla ki, senin için yürüyor kelimeler
çığlığımın atardamarlarından

hangi yıldızdır bilmem, gözlerin
kayar da üzerime rüveyda
önce tuhaf bir deprem yayılır bedenime
sonra açılır önümde ıstırab vadileri
silik renkleriyle adımlarıma
çözülmeye yüz tutan bir mazi mühürlenir
hayalin bittiği menfeze doğru
alaca bir at koşar içimde
zamansız, mekansız nefese doğru

uslanmaz bir yürek taşıdığıma dair
yaygın bir kanaat dolaşır aynalarda
oysa rüveyda
baştanbaşa ben
kevser akan, gül kokan bir kalbin filiziyim.

kitaplara sürdüğüm kapkara lekelerden
bir anlatsam nasıl utandığımı
bir doğrulsam eğildiğim yerlerden
ağarır tanyeri nilüferlerin
alaca bir at koşar içimde
ezer toynakları ile anılarımı

sular köpürmemeliydi rüveyda
kırılmamalıydı ıslak dalları hasret selvilerinin
ben zehire alışkınım, şerbete değil
rüyalar hefret eder avare duruşumdan
kabuslar çeker ancak derdimi yeryüzünde
sen gün boyu simsiyah bir ufukla beraber
ben her gece bir Mehdi türküsüyle çilekeş
yargılamak için zeval kayıtlarını
inkılab bekliyorum

hangi umut çiçeğidir bilmem, ellerin
uzanır da gönlüme rüveyda
derinden bir ok saplanır bağrıma
beynimi çağıran bir sese doğru
alaca bir at koşar içimde
zamansız, mekansız nefese doğru

varlığın cinayettir memleketimde işlenen
akıtır kanını en asil pehlivanların
yokluğun sükunettir kuşatır evrenimi
varlığın ve yokluğun ölümüdür baharın

artık eskisi gibi bakamıyorsun
göklerinde bir belkıs otururdu rüveyda
binlerce gökkuşağı olurdu kirpiklerin
güneş bir anne gibi dururdu başucunda
artık dokunamıyor kakülün bulutlara
karalara bürünmüş saçlarında dolunay
ben bu kadar zulme layık mıyım rüveyda

hangi ressamı vurur bilmem, endamın
sarar da benliğimi
ben beni tanımam kaldırımlarda
kafesleri yutan kafese doğru
alaca bir at koşar içimde
zamansız, mekansız nefese doğru

kırmızı bir kurdela bağlayarak alnına
duydun mu orkideye dua eden birini
bu ısmarlama yüzler yok mu rüveyda
bu yapmacık bebekler
gözyaşı akıtırken gülenler yok mu
beni kahrediyor geceler boyu

hangi çağın gelişidir bilmem, gülüşün
soluk bir dünyanın mezarlarına
gömerek gurbetimi
kapadı karanlığa Yesrip, kapılarını
meydan okuyuşun çağın ordularına
bilmem hangi mevsimin başlangıcıdır
doruklardan öte hevese doğru
alaca bir at koşar içimde
zamansız, mekansız nefese doğru

yasını tutuyorum kararttığım düşlerin
yıpranmış divaneler gibiyim sokaklarda
amansız bir ütopya üfleyen pencereler
lif lif yoluyor dram seyyahı bedenimi
önümde, haksızlığın hesaba çekildiği
hiç kimsenin kimseyi tanımadığı mahşer
arkamda, kare kare ömrümü belirleyen
hatırladıkça yanıp tutuştuğum resimler

söyle, nasıl aşarım pişmanlık dağlarını
yeniden bir nil olup taşar mıyım çöllere
kim giydirir başıma tacını nihayetin
kim takar bileğime hürriyet künyesini
karada balık gibi nasıl yaşarım, söyle

rüveyda, seziyorum; tahammülün kalmadı
ama dur, boşaltayım bütün çığlıklarımı
asırlardır köhne barınaklarda
küflenen, çürüyen çığlıklarımı

at vuruldu; içim paramparça rüveyda
gölgelerin ardına sakladım kusurumu
sen orda kayıtsızca gülümsüyor gibisin
ben burda damla damla eriyip akıyorum
yine de, çiğnetemem kimseye gururumu
istenmediğim yeri sessizce terkederim
hatıra kalsın diye bırakır da ruhumu
mahzun bir derviş gibi boyun büker, giderim

Evet bu duygusallığa biraz mola verip hesaba çekilme zamanı. Peki kim bizi hesaba çekecek şimdi? Elbette keskin diliyle, “Çimenlerin efendisi”yle sevgili Birhan Keskin…

Ben canımı sokakta buldum efendim!
Ben çimenlere yaslamışım ömrümü
Birbirinin önünde yamulanlar varken
Beni dize bilmez sanma
Beni dize gelmez san!
Çaresizlik ki kırk kir ile sıvanmıştır hikâyemize
Bir balığın yaralı ağzıyla konuşuyor olmamıs bundan

Öyle bülbül! Hadi ordan
Kuşların hatırını cebimde tutarak konuşuyorum.
Öyle kırıntılı, Gak!
-Betonu icat edenlere yazıklar olsun!
(Şehir denen şeyinizin şeysine fuck!)

Dünya küfrün kendisi olmuşken 
Beni küfür bilmez sanma
Bak! Bak. Bak burdan.
Bir de burdan.

Yağmurdan sonra yayılan huzurun adıyla konuşuyorum:
Bak sana çimenlerin derin nefesiyle, soruyorum:
Şehrin perçemleri sizin gözlerinize niye batıyor?
Biz, üç beş adam, ömrünü çimenlere adayan
Razıyız gölgesinde uyuduğumuz ağaçtan.
Ve zerre ipimizde değilsin başkan.

Ben canımı sokakta buldum, ama
Affına sığınarak şunları,,, ablacım,
Ver bak şunları
Ver bak şunları
Ver bak şunları
Ver bak şunları
Bu medeniyet denen şeyin naylon poşetine,
Koyayım.

Bunca katlı yol bunca kavşak
Kavuşturmuyor bu şehirde insanı birbirine
Sabahın ince tüylüsüyüz geçip gideceğiz birazdan
Hem haliçe kızak, pardon kazık çakıyorlarmış
birazdan, metro da geçsin biraz da burdan.

Sen hiç esenler otogarını gördün mü ablam
Esenler otogarında İstanbul’a kavuşur mu hiç insan

Toprağın hışırtısını otun çıtırtısını duyan bana
Uykusuzluğunu, solgunluğunu,
yüzünün buruşukluğunu anlamak çimenlerin
benim üstüme kaldı.
Kala kala bana kaldı evet,
Bir gülün merkezini aramak

Ben eve kafa bi dünya dönmüştüm bir gün
Ben her gün eve kafa bir dünya dönüyordum.
Ya da evin kafası bir dünyaydı, bilmiyorum.

Her ağaç ben buralıyım der, burada
Her çimen yerle yeksan
Bir ben diyemedim, “buralıyım”
Buradayım, ey insan!

Ben bu durduğum noktaya kolay gelmedim.
Ben canımı sokakta buldum efendim!

Madem hesaba da çekildik, kapanışı kukla gösterisindeymiş gibi hissettiren bir şiirle yapalım. Sezai Karakoç’tan Liliyar…

Bu kuklaların kukla olmadığı besbelli
Ne söyledilerse tıpıtıpına gerçek besbelli
Altın saçlarını yana atışı yok mu Lilinin
Lilinin yağdan kıl çekercesine inanışı
Lilinin yağdan kıl çekercesine yaşayışı yok mu
Kuklalar titremesin ne yapsın
Adam konuşmasını bilmezse ne yapsın
Kuklaların kukla olmadığı besbelli
Lilinin çekip gideceği besbelli
Lilinin dönüp geleceği besbelli

Ekmek ha bakkalın olmuş ha Cabaret de Paris’nin
Sen herhangi bir ekmek yiyeceksin işte Lili
Ekmek ne kadar Allahınsa Lili de o kadar Allahın Lili
Yüzün ruhun kadar aydınlık ya Lili
Gönlün soğuk sular güzel aynalar gibi ya Lili
Anladın ya kutunun içinden çıkan mendil
Olamaz Üsküdardan geçeriken bulduğun mendil

-Bizi bırakıp nereye gidiyorsun Lili
Demek bizi bırakıp gidiyorsun Lili
Sen daima güzeller güzelini bulursun Lili
Sen istesen de taş yürekli olamazsın
Sen daima güzeller güzeli olursun Lili
Demek gideceksin arkana dönüp bakmayacaksın
Hangi kuş hangi şafakta ölecek görmeyeceksin
Öyleyse al bu kürkü bu veda kürkünü Lili
Tüyleri şiirler olan bu mahcup kürkü
Sen daima Sultanlar Sultanı olursun Lili
Demek sen gidiyorsun Lili
Bizi öpmeden mi gideceksin Lili

Lilinin güneşin altında duruşu yok mu
Perdeleri sıyırıp çirkin adamı burnundan yakalayışı yok mu
Eline bavulunu alışı yollara koyuluşu yok mu
Çirkin adamın güzel adam oluşu yok mu
Yaklaşıp onu saçlarından yakalayışı
Uzaklaşıp yollarda yol oluşu yok mu
Lilinin bir tavşan gibi koşuşu
Keklik gibi dönüp bakışı ve yıldırım gibi koşuşu yok mu
Adam da tam o zaman kapıdan çıkmaz mı dışarı
Lilinin adamın boynuna çocukça ve çılgınca atılışı yok mu

Ben konuşmasını bilmem Lili

Bugünki oksijen ihtiyacımızı karşıladık. Diğer günlerde görüşmek dileğiyle…

Ha bi de:

 İnsanla teması kes, şiirle değil.