İstanbul’u dinliyoruz serimizin bu bölümüne Shelley’in “Yeryüzü taşla doludur ama pek azı boyunlara kolye olur” sözü ile giriş yapmak istiyorum. Birazdan da kadim şehrimizin zarif kolyeleri olarak nitelendirebileceğimiz anıt taşlarından, sütunlarından bahsedeceğim. Ama bundan önce İstanbul’da gezerken denk geldiğiniz o uzunca dikili taşları, oyma sütunları düşünmenizi istiyorum. Önlerinde güzel fotoğraflar çektiğinizde veya en tepesini görebilmek için gözlerinizi kısıp bakarken ne amaçla orada olduklarını, nasıl dikildiğini hiç merak ettiniz mi? Cevabınız hayır ise gelin o yontulmuş taşların gölgesinde, gizemli kabartmaların sessizliğini dinleyelim…
Cihanın gördüğü en büyük imparatorluklara başkentlik yapmış olan İstanbul’un dört bir yanına dağılmış bu dikili taşlar, bizlere Roma İmparatorluğu’ndan miras kalmıştır. Fakat büyük çoğunluğu düşünüldüğü gibi İstanbul’da yapılmamış, dünyanın farklı yerlerinden başkente getirtilmişti. Bu anıtların sağdan soldan alınıp İstanbul’a getirilmesinin yalnızca dekoratif açıdan önemi olduğunu düşünmek de yanlış olur. Öncelikli olarak bu anıtların başkente getirilmesi, Roma imparatorları için bir hükümranlık göstergesi olarak düşünülmeli. Bu devasa anıtların o dönemin şartlarında bir yerlerden alınıp getirilmesi, imparatorun o bölgeleri hakimiyeti altında tuttuğunun göstergesiydi. Televizyon, internet gibi yaygın medya araçlarının olmadığı antik çağlarda, imparatorlar kazandıkları zaferleri tebaalarına başka nasıl anlatabilirdi ki?
Örme Sütun
Şimdi bir önceki yazımızda bahsettiğimiz Hipodrom’da ufak bir gezintiye çıkalım. Hipodrom’u gezmeye en sondan, Marmara Üniversitesi Rekötürlük binası cephesinden, Örme Sütun ile başlayacağız. Uzunluğuna hayran kalacağınız bu sütunun tam olarak hangi dönemde dikildiğine dair net bir bilgi olmamasına karşın 4.yy’da dikildiği tahmin ediliyor ve 10.yy’da İmparator VII.Constantinus önderliğinde tarafından restore edildiğini biliyoruz. Bu restorasyon ile sütun tunç levhalarla kaplanmış ve kaidesine tuhaf ve iddialı bir kitabe yazılmış. Latin alfabesi ile yazılan bu kaideye, tarihin satırları arasında kaybolabilmek için mutlaka göz atmanızı öneririm. Yüzyılara meydan okuyan bu satırlarda şöyle yazmakta;
“Bu dört köşeli heybetli ve harika anıt, zamanla harap olmuşken, şimdi imparator Konstantin ile devletin şanı olan oğlu Romanos tarafından önceki görüntüsüne nispetle daha iyi duruma getirildi. Rodos Kolosu harikulade idi, bu bronz anıt ise hayranlık yaratmaktadır.”
Örme Sütun Kitabesi
Örme Sütun’un Hipodromda’ki göreviyse, atlara dönüş noktasına yakınlaştıklarını işaret etmekti. Öğleden sonraları ışıl ışıl yanan 32 metre yüksekliğindeki sütunun üzerindeki bronz plakalarda I.Beliseos’un zaferleri nakşedilmişti. Buradan VII.Constantinus’un, dedesinin zaferlerini bu şekilde ölümsüzleştirmek istediğini anlıyoruz. Fakat ne yazık ki yüzyıllar sonra 1204’te IV.Haçlı Seferi sırasında İstanbul’u yağmalayacak olan Latinler, Örme Sütun’un üzerindeki plakaları sökecek ve bunlardan sikke kestireceklerdi…
Burmalı Sütun/Yılanlı Sütun
MÖ 4.yy’da yaptıkları bir çok kanlı savaş sonucunda Helen orduları, Pers ordularını geri püskürtmeyi başarmış ve Palataea Savaşı sonrasında Helenler savaş meydanında kalan Pers silahlarının üçte birini eriterek bunlardan bir anıt yapmışlardı. Bu anıt, kendilerine savaş boyunca yardım eden Apollon’a bir şükran sunağıydı. Nasıl ki Apollon, Piton adındaki kötülük yılanını boğmuştu; Helenler’de aynı şekilde kötülüğün kaynağı olarak gördükleri Persler’in başını aynı şekilde ezmişlerdi. Bundandır ki anıt, birbirine dolanmış üç yılan şeklinde göğe doğru uzanmaktaydı…
Anıt ilk başta dünyanın merkezi olarak kabul ettikleri Delphi’ye dikildi. 31 müttefik Helen şehir devleti, anıtın üstüne isimlerini kazıdılar. Gün ışırken, çok dikkatli bakılırsa bu şehir devletlerinden bazılarının isimleri belli belirsiz görülebilmekte…
Üç yılanın birbirine dolanıp başlarında altın bir kase taşıdıkları bu kutsal anıt yüzyıllar boyunca Delphi kehanet merkezinde imparatorlara geleceği haber verdikten sonra nihayet 324 (?) yılında İstanbul’a getirildi. O zamanlar 8 metre yüksekliğindeki anıtın tepesindeki kase ise kimilerine göre taşınırken kayboldu, kimlerine göre de MÖ 353’te Phokisliler tarafından alındı.
Evliya Çelebi’nin yazdıklarına bakıldığı zaman Osmanlı dönemi İstanbullularını yılan, akrep ve haşarata karşı koruyan yılan başlarının akıbeti ise tam olarak bilinmiyor. Bazı kaynaklar yeniçerilerin okçuluk yeteneklerini göstermek için bu yılan başlarını hedef aldıklarını, bazıları ise sarhoş bir konsolosluk görevlisi tarafından harap edildiğini söylüyor. Fakat kesin olarak bildiğimiz tek şey bu yılan başlarının 18.yy’a kadar yerinde olduğudur. Günümüzde ise bu yılan başlarından birisi İstanbul Arkeoloji Müzesi’nde sergilenmekte fakat diğer iki başın akıbeti meçhul…
Dikili Taş
Kırmızı granitten yontulmuş, üzerinde hiyeroglif yazılar bulunan bu azametli sütun Firavun III.Tuthmosis’in MÖ 1490 yılında Mezapotamya’da kazandığı zaferleri ve Güneş Tanrısı Amon Ra’yı kutsamak için dikilmişti. Ve yaklaşık 1800 yıl sonra bu sütun 357 yılında; Mısır Luksor’daki Karnak Tapınağı’ndan, II. Constantius’un emri ile Nil Nehri üzerinden İskenderiye’te getirtildi. Daha sonra 390 yılında ise imparator I. Theodosius dikilitaşın 20 metre kadarını kestirerek gemi ile İstanbul’a getirtip Hipodrom’a taşıttırdı.
Ama iş burada bitmiyordu. Şimdiki tahrip olmuş halinin uzunluğu bile 18 metre olan sütunu o zamanın şartlarına göre kaldırıp Hipodrom’un ortasına dikmek çok zordu. Bir süre Hipodrom’un bir köşesinde bekletilen Dikili Taş, kentin o zamanki valisi Proclus tarafından makara ve kaldıraçlar kullanılarak bir hayli büyük uğraşlar sonucunda ayağa kaldırıldı. Bu olayın öyküsü de anıtın kaidesine hem görsel olarak frizlerle, hem de yazılı olarak ise resmi dil Latince ve halk dili Helence ile işlenmiş, günümüze kadar da korunmuştur…
Dikilitaş Kitabe ve Frizleri
Kitabelerde de Dikilitaş’ın Proclus adındaki valinin kudretine nasıl boyun eğdiği ve 32 günde nasıl ayağa kaldırıldığı anlatılır. Frizlere gelince’de İsmail Güzelsoy bunları dünyanın en eski çizgi romanları olarak nitelendirir. Bir yüzünde taşın ağaya kaldırılışının tüm önemli aşamlarının ne kadar ustaca işlendiğini, bir başka yüzünde ise İmparator I.Thedosisus’un oğullarıyla at yarışlarını izlerken ki anı görülebiliyor. Bu işlemede, İmparator’un sağında duran başarısız Doğu Roma İmparatoru Arkadius’un yüzündeki durgunluğu cesurca işleyen dönemin sanatçıları da; hayatı boyunca çevresi tarafından yönetilen bu imaparatora karşı eleştiri olarak sanatlarını kullanarak, bizlere o dönemde ne kadar özgür olduklarını gösteriyorlar…
Hipodromda’ki dikili taş, sütun ve anıtların musikisini dinlediğimiz yazımızın sonuna gelirken, siz kıymetli dinleyicilere 3000 yıl önce yazılan ve Likya’lılara ait olduğu rivayet edilen şu şiiri armağan etmek istiyorum, sağlıcakla kalın…
“Beni bulamazsan üzülme,
Eşyalarımı bulacaksın.
Kestiğim taşları, açtığım yolları,
İşlediğim heykelleri bulacaksın.
Ve göreceksin ki binlerce yıl öteden
Parmak izlerimiz değecek birbirine…”
Serinin diğer yazılarına ulaşmak için tıklayınız;
İstanbul’u Dinliyoruz: 1-‘Kadim Şehir’
İstanbul’u Dinliyoruz: 2-‘Dünya’nın Sıfır Noktası’
İstanbul’u Dinliyoruz: 3-‘Kara Suyun Aynasında’
İstanbul’u Dinliyoruz: 4-‘Gladyatör Kararını Arenada Verir’
Babasının İlgisini Çekemediği için Dünya’nın İlgisini Çekmeye Çalışan Bir Şehzade: II.Mehmed