Filozof Seneca, başlığımıza ilham olan sözlerinden birinde “Yaşamdaki esaretin nedeni korkulardır” der. Ben de sizlere bu yazımda içinde yuva yapmış korkuları, özgürlük aşkıyla tutuşan umutları, tokuşturulan imparator kadehlerinden dökülen kanları, gökyüzüne asılı kalmış son bakışları ve ala boyalı hançerlere kazılı yakarışları saklayan; Roma’nın en kanlı isyanına tanık olan Hipodrom’dan bahsedeceğim…
Hipodrom ilk olarak 203 yılında İmparator Severus tarafından yapılmış ve Hristiyanlığı ilk kabul eden Büyük Constantinus devrinde epeyce genişletilmiştir. Yüz bin kişilik kapasitesi olduğu tahmin edilen, o zamana göre hayret verici bir büyüklüğe sahip olan Hipodrom, imparatorluk sarayının tam yanından Ayasofya istikametine doğru uzanıyordu. Şimdi yerinde Sultanahmet Camii’nin olduğu imparatorluk sarayı ile hipodromun ‘kathisma’ denilen loca kısmı birbirine bağlıydı ve imparator sarayından direkt bu bağlantıyı kullanarak Hipodrom’da kendisine ayrılan bölüme ve Aya İrini Kilise’sine gidebiliyordu.
Hipodrom yarışları gün içinde 4 ya da 8 kez yapılır, müsabakalar başlamadan önce müzik, dans, akrobasi gösterileri yapılırdı. Müsabakaları örgütleyen, takımları yetiştiren 4 kulüp bulunurdu. Maviler, beyazlar, yeşiller ve kırmızılar olarak adlandırılan bu kulüpler kimi zaman senatodan bile daha ağırlıklı olarak imparatorluğun kaderini belirleyecek politik ilişkilerin birer uzantısıydı da. Kulüplerin bu renkleri sırasıyla havayı, toprağı, suyu ve ateşi simgeliyordu. Hipodromun girişindeki 12 kemerli kapı Olympos tanrılarını temsil eden yıldızların sayısını ve atların hipodromda yedi tur atması da evrenin yedi katmanını ifade ediyordu. Romalıların bu ince ayrıntılara fazlasıyla verdiği önemi bunlara bakarak anlayabiliyoruz. Tıpkı hipodromun ortasında bulunan burmalı sütunda üç yılanın birbirine dolanışı ve kazanan takıma üç altın verilmesi gibi.
İsyanın Ayak Sesleri
Roma’nın Büyük Constantinus ile birlikte Hristiyanlık dinine geçmesiyle beyaz ve kırmızı takımlar önemini kaybederken; maviler ve yeşiller toplumsal yaşamın her aşamasında varlıklarını giderek daha da derinden hissettirir hale geldiler. Zengin, soylu tabaka maviler ve muhalif dini eğilimleri olan orta sınıf da yeşillerdi. Tarih sahnesinin farklı dönemlerinde bu iki grup çok kez kimlik değiştirdiler. Bazı dönemler maviler isyan hareketlerini desteklerken, bir yandan da hava kararınca insanları soyan, sağı solu yağmalayan, kadınlara tecavüz eden bir işsiz güçsüz takımı oldu. Kimi zamanlar da yeşiller muhalif kimliklerini kaybedip daha uzlaşmacı olmayı tercih etmişlerdi.
Bu geçiş süreçleri altıncı yüzyıla, yani İmparator Justinianus dönemine kadar sürdü. Doğu ve batı olarak bölünen imparatorluğu birleştirmeye çalışan Justinianus haliyle ideallerini gerçekleştirmek adına halka fazla yükleniyor, vergileri arttırıyordu. Büyük bir bunalıma giren Konstantinopolis halkı böylesine zor günlerin içinde iken, iki ezeli rakip; maviler ve yeşiller tek yumruk olup imparatorluğun kalbine isyan hançerini sapladı. İstanbul’un şahit olduğu bu en büyük isyana daha sonra isyanın sloganı olan “Nika Ayaklanması” denilecekti.
Nika Ayaklanması
“Kazan”, “kazanan sen ol” anlamlarına gelen Nika sözcüğü, mavi ve yeşil takımdan birer yarışmacının halka gözdağı verilmek amacıyla idam sehpasına çıkartılması ve idam sırasında iplerin kopmasıyla şehrin sokaklarında yankılanmaya başladı. Bu hadiseyi bir mucize olarak tanımlayan Konstantinopolis halkı 13 Ocak 532’de tarihin gördüğü en kanlı isyanlardan birinin fitilini ateşlemişti. İlerleyen günlerde isyan öyle bir boyuta ulaştı ki sarayın odalarında ve koca taht salonunda “Nika!” sesleri yankılanıyor, maviler ve yeşiller bir olmuş “Yaşasın zulüm gören Maviler, yaşasın zulüm gören Yeşiller” sloganları atıyorlardı. Tüm şehir yakılıp yıkılmış, görkemli yapıların tamamına yakını küller altında kalmıştı. Daha fazla kan dökülmesini istemeyen İmparator Justinianus şehri terk etmek üzereyken karısı Theodora karşısına dikilmiş ve tarihe altın harflerle geçecek şu sözcükleri haykırmıştı;
Bir insan dünyaya geldikten sonra elbet bir gün ölecektir. İmparatorum, kendinizi kurtarmayı düşünüyorsanız, zaten bu zor değil. İşte deniz orada, geminiz orada, hazineniz orada. Ama kaçışınız size ölüm kadar şeref getirmeyecektir… Eskilerin deyimiyle son olarak ben derim ki; ‘Erguvan rengi pelerinim, bana en iyi kefen olacaktır…’
İmparatoriçe Theodora
İmparatoriçesinin gücünü ve cesaretini arkasına alan Justinianus derhal tüm birliklerine, saraya girmek üzere olan halkın üstüne gitmesi için emrini vermiş, imparatorluğa bağlı askerler birkaç gün içerisinde tüm isyancıları dize getirmiş ve hipodromda sıkıştırılan tam 30 bin isyancı İmparator’un mutlak hakimiyetini kanıtlarcasına vahşice katledilmişti.
Şehrin İmarı
İsyan bastırıldıktan sonra talan edilmiş şehir İmparator Justinianus tarafından yeniden imar edildi ve şu anda günümüz İstanbul’unda gördüğümüz bir çok yapı onun sayesinde bu kadim şehre kazandırıldı. İstanbul onun zamanında tarihin en görkemli şehri olup, bir daha hiçbir zaman öyle bir ihtişama kavuşamadı. İlk Ayasofya’nın yapımı tamamlanınca “Seni geçtim Süleyman” diyerek göğe haykıran I. Konstantin’i de şüphesiz Ayasofya’yı ikinci kez inşa ederek geçmişti Justinianus…
Ve yazımın sonuna yaklaşırken, yüzyıllara meydan okuyarak günümüze ulaşmış bu mermer koltuğu sizlere göstermek istiyorum. Hipodromdan geriye kalan tek parça, tarihten bir fısıltı, kanlı bir miras… Asırların tanığı, bir zamanın Konstantinopolis’inde, başka bir zamanın Dersaadetinde ebediyeti izleyen bir koltuk, bir zaman tahtı da denebilir. Medeniyet yıkılmış imparatorluklar üstünde yükselirdi; tahtların ötesine, isyanların kalbine… Şehrin her yanı, her tarafı tatlı bir kızıllık ile kuşatılır, adına “İmparatorluk çiçekleri” denirdi tutkulu seslerle. Kızıl çiçekler açardı sarayların yollarında ve imparatorluklar rengi denirdi bu kızıllığa. Her söken şafağın gölgesinde, mermer tahtın ala boyanan kızıllığı… Yakarışın rengi… Zaferi altın kadehlerde içenlerin, zulmün sağladığı zenginlikte hüküm sürenlerin, ihanetin ve cinayetlerin rengi…
Serinin diğer yazılarına ulaşmak için tıklayınız;
İstanbul’u Dinliyoruz: 1-‘Kadim Şehir’
İstanbul’u Dinliyoruz: 2-‘Dünya’nın Sıfır Noktası’
İstanbul’u Dinliyoruz: 3-‘Kara Suyun Aynasında’
Babasının İlgisini Çekemediği için Dünya’nın İlgisini Çekmeye Çalışan Bir Şehzade: II.Mehmed