“Ancak durgun su, yıldızları yansıtır” diyor bir Çin atasözü… Yıldızların aydınlattığı denizleri aşıp, ezeli toprakları ebediyete hazırlayan Byzas’ın İstanbulu’da; tarihin kök saldığı topraklara hayat veren suyu kutsal olarak benimsemiş ve yaşamının merkezine koymuştu. Osmanlılar gibi Romalılar’ın da sosyal yaşamında suyun önemi büyüktü. Öyle ki Osmanlı’nın binlerce çeşmesi ve Roma’nın görkemli sarnıçları bizlere bunu gösteriyor. Bugün ki yazımızda da Ayasofya’ya sırtımızı verdiğimizde tramvay yolunun ötesinde, göğün bile varlığından haberdar olmadığı Yerebatan Sarnıcı’ndan bahsedeceğiz.
Yerebatan Sarnıcı, diğer ismiyle Bazilika Sarnıcı altıncı yüzyılda İmparator Justinianus tarafından öncelikle sarayın su ihtiyacını karşılamak üzere yapılmıştır. Öylesine büyük ve ihtişamlı bir yapıya sahiptir ki içerisinde tam 80.000 metreküp su barındırabilecek kapasitededir. En başta dediğimiz gibi, gerek tarihsel gerekse de çağımız İstanbul’unun örgütlenmesindeki temel unsurların başında su gelir. Su olmadığı anda bir kent çöker, sefil bir hale düşer. Roma İmparatorluğu da su teknolojisi konusunda Osmanlı ile birlikte emsalsiz kabul edilirdi…
Uyum güzelliktir, uyum suyun özelliğidir. Su, sabrın simgesi, istiridyenin yurdudur. Su olmasaydı, inci de olmazdı. Sabırlı ol ki istiridye gibi inciler yapasın.
Bab-ı Esrar, Ahmet Ümit
Sarnıcın tarihsel sürecine baktığımızda da Ayasofya’dan önce inşa edildiğini biliyoruz. Bu yönüyle de tarihe meydan okuyup, zamanın içinde su gibi akıp günümüze kadar ulaşması gerçekten hayranlık verici… İstanbul’un Osmanlılar tarafından fethedilmesiyle Roma’daki görevini tamamlayan sarnıç, fetihten sonra da çevredeki bahçeleri, özellikle Topkapı Sarayı’ndakileri sulamak için kullanılmış. Bilindiği üzere Osmanlı her zaman akan suyu tercih etmiş ve yerleştiği topraklardaki sarnıçları ihya etmek yerine görkemli çeşmeler, havuzlar ve şadırvanlar yaptırmıştı. Yani Osmanlı için su, akışkanlığı ile temizleyen, arındıran bir kutsaldı. Bu nedenle sarnıçlar çok rağbet görmemiş ve kaderlerine terk edilmişlerdi. Öyle ki fetihten birkaç yüz yıl sonra sarnıcın üstündeki evlerde yaşayan insanların yerdeki oyuklardan sarnıca olta sallandırıp balık avladıkları söylenir.
Ve tarihiyle hayretler uyandıran sarnıç, günümüzdeki haline 1980 yılında geçirdiği restorasyon ile kavuştu. Ve inşasından 1500 yıl sonra halka ve turistlere açılan sarnıca girdiğimizde hissettiğimiz o ferahlık ve aydınlığın, kadim şehrin ruhunun hala canlı olduğunu ve aramızda dolaştığını bizlere gösteren yegâne mirası olduğunu düşünüyorum.
Tarih, kâinatın vicdanıdır.
Ömer Hayyam
Ve yazımızın sonuna yaklaşırken biraz da sarnıcın loş ve huzurlu ortamında sütunların arasında gezerken rastlayacağınız ağlayan sütun -diğer adıyla gözyaşı sütunu- ve Medusa kabartmalı sütunlardan bahsedelim. Gözyaşı sütunu ya da ağlayan sütunla karşılaştığınız zaman ona dokunarak neden kendisine böyle bir isim verdiklerini rahatlıkla anlayabilirsiniz çünkü yüzeyi hiçbir zaman kurumuyor, daima ıslak. Biraz daha yakından bakarak üstünden akan su zerrelerini yakalayabilirsiniz. Bu sütuna işlenen gözler ve gözyaşı kabartmalarının da sarnıcın inşası sırasında hayatını kaybeden köleleri anmak için işlendiği söylenir.
Ve sarnıcın içinde en çok rağbet gören yapıya, ters bir şekilde duran medusa kabartmalı sütuna geldiğimiz zaman da bu kabartmaların çok sonradan gün yüzüne çıktığını biliyoruz. Roma İmparatorluğu Hristiyanlık dinine geçince; eski inançlarından ve onları temsil eden yapılardan pek hoşnut olmamışlar olsa gerek, bu kabartmayı suların altında bırakmayı tercih etmişler… Osmanlı zamanında sarnıçtaki bu yılan saçlı kadın kabartması ile ilgili birçok efsane dilden dile dolaşsa da hepimiz Yunan mitolojisinden günümüze geldiğini biliyoruz. Yunan mitolojileri çok uzun olur, bu yüzden Medusa’nın tüm biyografisini anlatmayacağım fakat ilgimi çeken küçük bir kısmı sizinle paylaşmak istiyorum.
Efsaneye göre çeşitli sebeplerle Medusa, ölüm cezasına çarptırılır ve bu görevi Perseus üstlenir. Fakat bu hiç kolay bir iş değildir çünkü bir zamanlar kıvır kıvır, sırma saçlara sahip olan Medusa’nın saçları şimdi yılana dönüşmüş ve hülya bakışlarının yerini buz gibi keskin bakışlar almıştır. Ve Medusa’nın gözlerine bakan herkes taşa dönüşmektedir. Durum böyle iken Perseus aynadan yapılmış kalkanını derin bir uykudan uyanan Medusa’ya doğrultmuş ve kendi bakışlarıyla karşılaşan Medusa oracıkta taşa dönüşüvermiştir…
Ve artık Medusa, sonsuza kadar o sarnıcın kederli sularının yansımasında, kara suyun aynasında; her şeyi taş kesen kendi bakışlarına mahkûmdur…
Ve yazımızı İstanbul’u dinleyerek, Orhan Veli ile kapatıyoruz. Her daim İstanbul’u dinlemek üzere, hoşça kalın…
“İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı
Önce hafiften bir rüzgar esiyor;
Yavaş yavaş sallanıyor
Yapraklar, ağaçlarda;
Uzaklarda, çok uzaklarda,
Sucuların hiç durmayan çıngırakları
İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı.
İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı;
Kuşlar geçiyor, derken;
Yükseklerden, sürü sürü, çığlık çığlık.
Ağlar çekiliyor dalyanlarda;
Bir kadının suya değiyor ayakları;
İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı…”
Serinin diğer bölümlerini okumak için tıklayınız;
1- İstanbul’u Dinliyoruz: 1-‘Kadim Şehir’
2- İstanbul’u Dinliyoruz: 2-‘Dünya’nın Sıfır Noktası’
Babasının İlgisini Çekemediği için Dünya’nın İlgisini Çekmeye Çalışan Bir Şehzade