İçsel Hayatların Sinemacısı: Krzysztof Kieslowski Hakkında
Renata Bernard, yazdığı kitapta Krzysztof Kieslowski’yi tanımlamak için “İçsel Hayatların Sinemacısı” demiştir. Ben de Krzysztof Kieslowski hakkında yazarken, ona ancak bu betimlemenin yakışacağını düşündüm. Şiirsel sinemanın tanınan isimlerinden olduğu için kimi insan “Sinemanın Şairi” olarak bahsetse de, benim görüşüme göre filmlerinde insan hayatının iç dünyası her zaman daha baskın olmuştur.
Kieslowski, filmlerinde insanı tüm gerçekliğiyle yansıtır ve onu diğerlerinden ayıran da budur belki. Filmlerinde mühim olan yaşanan olaylar değildir, olayların yol açtığı duygulardır. Belgeselci kişiliğini filmlerinde görebilirsiniz, insan duygularını ve insan kaderini incelikle işler, bu yüzden de insanlar gerçeklikten uzak ve yabancı değillerdir; her gün görebileceğimiz basit insanlardır. Ama onun filmlerinde bu insanların ruhlarını göreceksiniz.
“Film yapmak kitlelerin hoşuna gitmek, sayısız festivale katılmak, röportajlara yanıt vermekten ibaret bir iş değildir. Bunların tersine film yapmak, sabah 6:30’da kalkmak ve soğuğa, kara, yağmura, çamura rağmen sırtınıza yüklendiğiniz ağır çantalarla kilometrelerce yol yürümektir. Sinirlerinize hakim olmanız gereken bir iştir sinema.”
Krzysztof Kieslowski
Kieslowski 1941 yılında, Polonya’da, II. Dünya Savaşının acımasız şekilde can aldığı dönemde dünyaya gelmiştir. Babası Roman Kieslowski, onun çocukluk dönemi boyunca verem hastalığı ile savaşmıştır; bu nedenle çocukluğunu birçok farklı kırsal bölgede geçirmiştir. Çocukluk döneminde itfaiyeci olmak ister ve eğitimini alır. Ancak bu işin aslında ona göre olmadığını anlar ve ailesinin de desteği ile Varşova yakınlarında tiyatro teknikleri eğitimi alır. Kendini burada bulur ve yeteneğini keşfeder Kieslowski.
“Okul inanılmaz derecede iyiydi. Bizi entelektüel açıdan uyandırdı. Bize bir seçenek sundu ve yaşamın yemek yemek, uyumak ve başını sokabilecek bir yer bulmak gibi gündelik çabalardan öte olduğunu öğretti.”
Kendini geliştirmeye devam eden Kieslowski, 1964 yılında Lodz Film Okulu’nu kazanır. Okulunu bitirdikten sonra, içinde bulunduğu savaş dönemi onu belgeselciliğe iter. Bu süreçte, yaklaşık 10 yıl kadar, birçok belgesel çekmiştir.
“Belgeseller gerçek yaşamlar yaşayan insanlarla ilgilidir. Bize güvenen ve yaşamları hakkında gerçekleri açıklayan insanlar. Ama bu gerçek, çoğunlukla onlara karşı kullanılmıştır…”
Bu süreçten sonra kurgusal filmler çekmeye başladı. Önce televizyon daha sonra sinema için filmler çeken Kieslowski, o dönemde pek çok insanın dikkatini çekmeyi başardı. Başarılı kariyerinde Krakow, Cenevre, Berlin, Gdynia, Sao Paulo film festivallerinde ödüller kazanır. Oscar ve Cesar ödüllerine aday olur. Ödüllerle dolu kariyerinde, aynı zamanda eğitim gördüğü Lodz Film Okulu’nda öğretmenlik yapmaya devam etmiştir.
1994’te Trois Couleurs üçlemesini son filmi Rouge(Üç Renk: Kırmızı) filmini çeker ve bu filmden sonra işini bıraktığını açıklar. Bir daha film çekmeyeceğini söyleyen Kieslowski, başka bir tabirle emekliye ayrılır.
“Daha ne yapabilirdim bilmiyorum. Tüm bu filmleri yaptım ve sonrasında sürekli aynı filmi yapıyormuşum hissiyle baş başa kaldım. 1987’den bu yana on dört film yaptım. Payıma düşenden fazlasını gerçekleştirdim. Şimdi diğerlerinin ne yapabileceğini gösterme zamanı.”
Ancak işine olan aşkı onun yakasını kolay kolay bırakmaz ve “Cennet, Cehennem ve Araf” olarak isimlendirdiği film üçlemesini yazar. Ne yazık ki filmleri çekmek için fırsatı olmaz, 1996 yılında yaşama veda eder.
Filmler daha sonra başka yönetmenler tarafından çekildi ve izleyiciye sunuldu.
Kieslowski Kieslowski’yi Anlatıyor Kitabından “Başarı” Hakkında
” ‘Başarı’ kelimesini sevmiyorum ve kendimi ona karşı her zaman tüm gücümle koruyorum, çünkü o kelimenin ne anlama geldiğine dair hiçbir fikrim yok. Benim için başarı, gerçekten hoşlandığım bir şeyi elde etmek anlamına geliyor. Başarı budur. Ve muhtemelen benim hoşlandığım elde edilemeyendir, o yüzden olaylara bu kavramlarla bakmıyorum. Tabii ki kazandığım tanınırlık, -belli veya hatta büyük bir ölçüde- her sinemacının hırsını tatmin edecektir. Ben kesinlikle hırslıyım ve hiç şüphe yok ki hırs nedeniyle davrandığım gibi davranıyorum. Buna hiç şüphe yok. Ancak bunun başarıyla hiçbir ilgisi yok. Başarıdan çok uzak bir şey bu.
Bir yandan hırsım tatmin edildi. Yine de, öte yandan, tanınırlık yalnızca hırsın tatmininizi sağlamasına yardımcı oluyor, çünkü asla tamamıyla tatmin olmayacak. Bir hırsı alsa tamamıyla tatmin edemezsiniz. Ne kadar hırslıysanız, hırsınızı tatmin etmek o kadar imkansız olacaktır. Tanınırlık, belli şeyleri kolaylaştırır ki bu da günlük sorunların çözümü için çok iyidir. Kolayca para bulabilmeniz, onun için mücadele etmenizden tabii ki daha iyidir. Aynısı oyuncular veya aklınıza gelebilecek her şey için geçerlidir. Ancak aynı zamanda işlerin kolaylaşmasının kendi içinde iyi olduğundan emin değilim. İşler daha zor olduğunda daha mı iyidir ondan da emin değilim. Izdırap çekmek mi yoksa ızdırap çekmemek mi daha iyidir emin değilim. Bazen ızdırap çekmenin daha iyi olduğunu düşünüyorum. Herkes bir kere onu çekmeli. Bizi yapan o. İnsan doğasını yapan o. Kolay bir yaşama sahipseniz başka bir kişiyi önemsemeniz için bir neden yoktur. Kendinizi ve özellikle de başka birini önemseyebilmeniz için ızdırabı yaşayıp, ne anlama geldiğini anlamanız gerektiğini düşünüyorum. Böylece canınız acıyacak ve canı acımanın ne demek olduğunu anlayacaksınız. Çünkü acının ne olduğunu anlamıyorsanız, acı içinde olmamanın ne olduğunu da anlamayacak ve acı eksikliğini takdir etmeyeceksiniz.
En çok ızdırap çektiğim zamandan size asla bahsetmeyeceğim veya kimseye anlatmayacağım. O, en acılısı ve en saklısı. O yüzden, ilk olarak, hakkında konuşmayacağım, ve ikinci olarak, muhtemelen bir yerde gün yüzüne çıkmasına rağmen kendime çok ender itiraf ederim. Bir yerde dışarı çıktığına ve gerçekten istediğinizde onu bulabileceğinize şüphe yok.”
Kieslowski’nin Yüzlerle Konuşmak isimli belgeseli hakkındaki yazımıza da göz atmalısınız.