Sizlere okuyan herkesin mütemadiyen tavsiye ettiği, yazarı Jack London’dan otobiyografik izler taşıyan, okudukça içine çekildiğiniz, bitirdiğinizde ise tesirini uzun süre hissedeceğiniz nadide eser Martin Eden’den bahsetmek ister; yazıyı bitirir bitirmez kitabı temin etmenizi umarım.
1909 yılında Amerika’da basılan Martin Eden, kitaba ismini veren işçi sınıfına mensup, gücü ve sağlığı bir hayli yerinde olmasıyla ve tabi olduğu sınıfın tüm özelliklerini pekâlâ yansıtmasıyla öne çıkan genç bir adamın entelektüel bir yazara dönüşümünün öyküsüdür.
Burjuvaziyle tanıştığı ilk anlarda Martin, alımlı, bilgili ve nazik Ruth Morse’den büyülenmiş vaziyette, kendi barbar kimliğinden uzaklaşma hissiyatı duymuş ve kitapta mütemadiyen vurgulanan keskin zekâsıyla kültürlenme yolunda adımlar atmaya başlamıştır. Martin Eden’in öyküsü, bu adımlarla başlar.
Kitap boyunca Martin’in tükenmek bilmez azmi, umudu göze çarpar. Martin, keskin zekâsını ve Ruth’a duyduğu derin aşkı, ona layık olma düşüncesiyle besler. Gece gündüz durmadan çalışır; uykularını en aza indirir ve bir yandan da yakasını hiç bırakmayan yoksullukla mücadele eder.
Küçücük odasında, devasa cüssesiyle Martin, sosyal sınıfları bir bir tırmanır. Okuyucu bu tırmanışa şahit olurken bu sefer olsun isteğini yadsıyamaz, Martin ile ümit etmeyi bırakamaz. Bir noktada Martin öyle bir seviyeye ulaşır ki yakın geçmişte gıpta ile baktığı burjuvaziyi sert tutumlarla eleştirir.
Sadece kendi dünyasıyla sınırlı dar görüşlünün, evrensele akıl hocalığı yapmasının kadim tragedyasıydı bu.
Jack London, Martin Eden, sayfa 233
…Kendi küçük hayatlarını dar kafalı küçük formüllere göre yaşayanları, bir araya toplaşmış sürüler dışında var olamayan varlıkları, yaşamlarını başkalarının düşüncelerine göre kalıplara sokanları, kölesi oldukları çocuksu kurallar nedeniyle gerçekten yaşamayı ve birey olmayanları beceremeyenleri düşününce bir iki kez acı kahkahalara boğuldu.
Jack London, Martin Eden, sayfa 302
En nihayetinde amacına ulaştığında elinde epey miktarda maddi gücü vardır Martin’in fakat içinde bir şeyler uçup gitmiştir.
Kendini akıntıya bırakıp sürüklenmek, en azından hareket etmek, hayatta kalmak demekti ki içini acıtan şey de zaten buydu; yaşamak.
Jack London, Martin Eden, sayfa 408
Romanın insanı içine çeken, sürükleyen olaylar dizisinin yanı sıra arka planındaki fikir savaşları, dünya görüşü bağlamında oldukça önemlidir zira sosyalist olan yazar London, kitap bütününce Martin ile sosyalizmi eleştirip bireyciliği savunur.
Martin, toplum örgütlenmesiyle başarıya ve refaha ulaşılabileceğini savunan sosyalizmi köle ahlâkı olarak niteler, eleştirir ve buna karşın birey özgürlüğünün esas alındığı, kendine yeterli, kendini yöneten sistem olarak da addedilebilen bireyciliği Nietzsche ve Spencer alıntılarıyla şiddetle savunur.
Köleler, kendi köleliklerine saplantıyla bağlıydı. İş, önünde secde edip tapındıkları altın putuydu onların.
Jack London, Martin Eden, sayfa 394
London’ın Martin’i bireyci görüşe sahip kılmasının yegâne sebebi, Martin’in hazin sonuyla bireyciliğin yanlışlığını ve bireyci görüşün hüsrandan başka bir şey getirmeyeceğini vurgulamak istemesidir. Bu bağlamda görülebilir ki London, bireyciliği bireyci bir karakterle eleştirme riskini pekâlâ göğüslemiş ve başarmıştır.