Gökkuşağının Karası: Hint Edebiyatının Cesur Yazarları Arundhati Roy ve Salman Rushdie

Binbir renkli Holi festivallerinden tut işlemeli ve parlak sarilerine, Bollywood’un eksik etmediği şen şakrak müzikal sahnelerinden Tac Mahal’in görkemine, dışarıdan görülen Hindistan, gökkuşağının yeryüzündeki bir yansıması adeta. Farklı inançların bir arada yaşandığı, mistik, egzotik, zenginlerinin yurtdışında kırk gün kırk gece düğün yapabildiği, fakirlerinin ise “Hint fakiri” deyimiyle yoksulluklarını tescilledikleri bir ülke burası. Kültüründe bu denli zıt uçlar barındıran Hindistan, yarattığı renk cümbüşünün altında, gerçeklerinden sızan kapkara dumanı bastırmaya çalışır gibi.

18. yüzyıl sonlarına doğru İngiltere’nin sömürgesi altına giren Hindistan, Mahatma Ghandi ve Muhammed Ali Cinnah gibi liderlerin öncülüğünde 15 Ağustos 1947’de bağımsızlığını kazandı. Lakin yıllar boyu bir İngiliz kolonisi olarak varlığını sürdürmüş bu yerin insanlarının kimliği, onlara empoze edilen İngiliz kültürünün altında şekil değiştirmek zorunda kaldı ve koloni süreci sonrası halkın kaderi hem İngiliz hem Hint özellikleri taşıyan hibrid bireylere dönüşmek oldu. Bağımsızlığını kazandığı yılın devamında Hindistan’ın, bir diğer köklü değişimi de 1948 yılında Müslüman Pakistan’ın Hindu Hindistan’dan kopmasıyla, 1970’lerde ise Batı Pakistan’ın bağımsızlığını ilan edip Bangladeş adıyla ayrı bir devlet oluşturmasıyla yaşadığı inkar edilemez bir gerçek. Sürekli olarak parçalara bölünüp, uyumsuzca birbirine tutturulmaya çalışılan bir yama işi misali Hindistan. Buna keza Hindu inancının toplumu acımasızca böldüğü kast sistemi ve dul kalmış kadının, kocasının cenazesiyle bir yakılmasını uygun gören Sati geleneği, Hindistan’daki insanlık sorununun her katmanda kendini gösterdiğine bir kanıt. Bu gerçeklerin en saf ve çarpıcı şekilde yansıtıldığı yegane alan ise cesur kalemlerin beslediği Hint edebiyatı.

Eserleri kıtalar aşıp dünya edebiyatının kanonuna girmiş iki Hint asıllı yazar, Arundhati Roy ve Salman Rushdie. İkisi de Hindistan’ın gerçeklerine, başka hiçbir sanat dalında yapılmadığı kadar ışık tutuyor kanımca. Öyle ki yazdıkları eserler varlığı azımsanmayacak kesimlerin düşünce polisine takılıyor. Salman Rushdie, hakkında verilen ölüm fetvası nedeniyle 20 yıl boyunca kaçıp saklanarak yaşıyor ve Arundhati Roy hala ölüm tehditleri alıyor. Peki kim bu korkusuz kalemler? Neler yazmış olabilirler bu denli nefreti doğuracak? Mutlaka okunması gereken eserleri hangileri? İnceleyelim:

Arundhati Roy:

1961 yılında Shillong’da doğup, çocukluğunu Aymanam’da geçiren Roy, yazdığı eserlere de yaşadığı yerlerin dokusunu yansıtmaya özen gösteren bir yazar. Hindistan’ın politik ve sosyal sıkıntıları üzerine bol bol kafa yoran ve hem politik yazılarıyla hem kurgusal romanlarıyla bu sorunlara dokunmadan geçmeyen bir aktivist aynı zamanda. Hindistan’daki nükleer silahlar ve Amerika’nın dev gücü Enron’un bölgedeki faaliyetlerini, “Büyük Kamu Yararı” ve “Hayal Gücünün Sonu” adlı makaleleriyle eleştirmiş ve bunun üzerine Hindistan hükümetinin tepkilerini almıştır. Milliyetçiler onu, Hindistan’ı küçük düşürmekle suçlarken elitler ise düşüncelerini takdir etmekten uzaktırlar. Fakat Roy geri adım atan bir isim değildir. Yaptığı eleştiriler ve savunduğu şiddet karşıtı görüşler neticesinde birçok ödül almış, bunlardan biri de 2004 yılında aldığı Sidney Barış Ödülü olmuştur.

Dışarı çıktığım her zaman bilenen bıçakların şıkırtısını duyuyorum ama bu iyi bir şey. Beni keskin tutuyor.

Arundhati Roy (Famous Authors)

Onun edebiyat sahnesinde ön plana çıkmasını sağlayan ve zekasının keskinliğine ilk elden şahit olduğumuz en önemli eseri ise Küçük Şeylerin Tanrısı adlı, Man Booker ödüllü romanıdır. Mutlaka okumanızı tavsiye ettiğim bu esere, fazla detayına girmeden değinmek isterim. Eserin ana karakterleri, bir anne, kız ve oğlan çocuklarından oluşmakta. Anne Ammu, Hint geleneklerine uygun bir ailede yetişmiş ve evlilik çağı gelince evinden ayrılıp bir evlilik yapmıştır. Bu evlilikten Estha adlı bir oğlu ve Rahel adlı bir kızı olmuştur. Ammu’nun alkolik kocası bir gün işini kaybetme raddesine gelince patronu ona, Ammu’yla birlikte olma karşılığı işine devam edebileceğini söyler. Ammu bu teklifi reddedince kocası Baba ona şiddet uygular ve böylece Ammu çocuklarını da alıp memleketi Ayemenem’e geri döner. Bu noktada Ammu’nun kimlik karmaşası içinde vicdanını kaybetmiş ailesini, dul bir kadın olarak kast sisteminin en alt basamağına sürüklenip burada kendisi ve çocukları için verdiği amansız mücadeleyi, Hindistan hükümetinin uyguladığı ayrımcılığı ve o toplumda normalleşmiş taciz, şiddet ve sömürüyü, bir çocuk anlatırcasına saf bir dil ve bakış açısıyla sunmaya başlıyor Roy. Bu denli travmatik olayları ve çok daha fazlasını dupduru bir dille yansıtan Roy, okurunun kalbine belki yıllar boyu etkisini sürdürecek bir yük bırakıyor kelime kelime.

Sessiz diye bir şey yoktur. Ya kasten susturulmuş ya da tercihen duyulmamış olan vardır.

Arundhati Roy

Anglofillerden oluşan bir aileydiler. Yanlış yöne götürülmüşler, kendi tarihlerinin dışında kapana kısılmışlardı; ayak izleri silindiğinden onları izleyip geriye dönemiyorlardı.

Küçük Şeylerin Tanrısı

Salman Rushdie:

19 Haziran 1947 yılında Hindistan Bombay’da doğup yaşamını İngiltere’de sürdüren Rushdie’nin edebi kariyeri de en az Roy kadar çalkantılı. Romanlarını, büyülü gerçekçilik ve fantastik türlerinde veren Salman Rushdie, konu olarak ise genellikle Doğu toplumları ve Hindistan üzerine eğilen bir yazar olarak tanınmaktadır. Eğitimini Cambridge’de tamamlayan yazarın hem Batı hem Doğu toplumlarında ses getiren ilk eseri 1981’de yayımlanan Geceyarısı Çocukları olmuş ve bu ses büyüyerek 1988’de yayımladığı Şeytan Ayetleri adlı eserinde bir çığlığa dönüşmüştür. Roy, toplumunun gerçeklerini duru bir üslupla okurun belleğine kazırken, Rushdie bu gerçekleri kinayeli ve nükteli bir dille aktarır. Okurken birkaç cümlede bir yüzünüze mutlaka bir tebessüm bırakacağını düşündüğüm romanı Geceyarısı Çocukları, Saleem Sinai adlı, büyük burnuyla özdeşleşmiş ve tam da Hindistan’ın bağımsızlığını kazandığı tarih ve saatte doğmuş bir karakterin etrafında döner. Doğum anının tarihi ehemniyeti nedeniyle kaderi, bağımsız Hindistan’ın kaderiyle iç içe geçen Sinai’nin hikayesinde ustaca tasarlanmış sembolik imgeleri yakaladıkça roman, bir katman daha kazanıyor. Böylece Rushdie, koloni dönemi ve koloni dönemi sonrası Hint toplumu ve insanını siyahı, beyazı ve grisiyle irdelemeyi başarıyor. Bir diğer romanı Şeytan Ayetleri’nde ise hikayenin iki ana karakteri vardır. İkisi de müslüman Hint, Gibreel Farishta ve Saladin Chamcha Bombay’dan Londra’ya giden bir uçakta tanışırlar ancak bu yolculuk çok uzun sürmez. Terörist saldırısına uğrayan uçak, Atlantik Okyanusu’na düşer ve saldırının tek kurtulanları bu iki karakter, Rushdie’nin yine benzer şekilde sembolik anlatısıyla İslam dinini eleştiren bir romana dönüşür.

Edebiyat, insan toplumunun ve insan ruhunun en yüksek ve en alçak yerlerini keşfettiğim bir mekan. Mutlak doğruyu değil ama masalların, hayal gücünün ve kalbin doğrusunu bulmayı ümit ettiğim bir yer.

Salman Rushdie

Ne yazık ki bu eleştiri hem yazar hem yazarın çevresi için akıl almaz sonuçlar doğurmuştur. Döneminin İran lideri Ruhullah Humeyni, yazdığı bu roman nedeniyle Salman Rushdie hakkında ölüm fetvası çıkarır. Uzun bir süreyi kaçıp saklanarak geçiren Rushdie sonraları yazdığı roman nedeniyle gücenen İslam topluluklarından özür diler fakat bu özür, çoktan galeyana gelmiş kitleleri durdurmaya yetmez. Rushdie’nin hayatı güvenlik görevlilerinin arasında sınırlandırılmış, ne bir politikacı onun hakkında konuşabilmiş ne de İngiliz Havayolları Rushdie’yi olası terör saldırılarından dolayı uçaklarına kabul edebilmiştir.

Şeytan Ayetleri romanının yayıncısı olan Penguin Yayınevi bombalanmış, yine aynı yıl içinde Mustafa Mahmoud Mazeh adlı bir terörist Rushdie’yi bombayla öldürmeyi planlarken yanlışlıkla kendini patlatmıştır. Böyle bir hayatın içinde de Rushdie’nin, Amerikalı yazar Marianne Wiggins ile evliliği devam edememiştir. 1990 yılında Salman Rushdie daha büyük bir adım atarak, “Allah’tan başka tanrı yoktur. Muhammed onun son peygamberidir.”(The Guardian) diyerek İslam inancını yenilediğini belirtmiş hatta Şeytan Ayetleri kitabındaki hiçbir karakterle bir fikir birliği olmadığını ve bu karakterlerin, Kur’an’ın güvenilirliğini karalayan ve Allah’ın varlığını reddeden karakterler olduğunu söylemek zorunda kalmıştır. Bu açıklama onu, kaçarak sürdürdüğü hapis hayatından belki de daha çok yaralamış ve aynı gün hasta düşmüştür. Yıllar sonra ise bu açıklamasından oldukça pişman olduğunu söyler Rushdie. Lakin böyle bir açıklama bile insanlığın ne demek olduğunu unutmuş teröristleri planlarından vazgeçirememiştir. Kitabın Japon çevirmeni Hitoshi Igarashi ölümüne bıçaklanmış, İtalyan çevirmeni Ettore Capriolo ise ciddi şekilde yaralanmıştır. 1993 yılında kitabın Norveç’teki yayıncısı William Nygaard vurulmuş ve aynı yıl kitabın Türk çevirmeni Aziz Nesin ise Madımak Katliamı’nın hedef ismi olmuştur.

Şeytan Ayetleri günümüzde Hindistan’da hala yasaklı kitaplar listesinde ve çok uzun yıllar Amerika dahil birçok ülkede raflara konmaya korkulan bir eser halini almıştır. Salman Rushdie, BBC’ye verdiği bir röportajda konuyla ilgili, Türkiye, Mısır, Cezayir ve İran gibi bazı Müslüman ülkelerde yazarlara karşı aynı baskının hala uygulanmakta olduğunu ve bu durumun nedeninin süregelen dini aşırıcılık, korku ve asabiyet olduğunu vurgulamaktadır. Bu noktada bizlere düşen ise düşünce özgürlüğünü hayatımızın her alanında vurgulamak ve düşünüp dile getirmekten hiçbir koşulda vazgeçmemeyi öğrenmektir belki de.

Kaynakça:

https://www.bbc.com/news/entertainment-arts-19600879

https://www.theguardian.com/books/2009/jan/11/salman-rushdie-satanic-verses