Fotoromanlar, geçmişte bizler için kimi zaman bir medya aracı, kimi zaman ise anlatılmak istenen hikayeleri fotoğraf yoluyla anlatan, bizlere farklı dünyalara eşlik edebilme fırsatı sunan bir mecra olmuştur. Fotoromanlar ilk olarak İtalya’da ortaya çıkmıştır. İkinci Dünya Savaşı’nın sonunda Domenico ve Alceo Del Luca kardeşlerin büyükler için tarihi anlatan bir çizgi roman yayınlamaya karar vermeleri sonucu, fotoromanlar büyüklere hitap eden çizgi romanla roman arasında hibrid bir tür olarak yayın hayatına başlamıştır. İlk fotoroman 29 Haziran 1946 tarihinde 100 bin kopya olarak basılan, 16 sayfa olan ve 12 Lirete satılan “Grand Hotel” isimli eserdir.
Ülkemizde ise fotoromanların tarihi ilk olarak İtalyanca fotoromanların çevirileri ile oluşmaya başlamıştır. Daha sonrasında bu fotoromanlara karşı oluşan ilgi, yayıncıları özgün çalışmalar üretmeye yönlendirmiştir. Ancak ülkemizde aslında ilk fotoromanlar, film çekimleri esnasında elde edilen set fotoğraflarının düzenlenmesi ile oluşturulmuştur. 1952 yılında Baha Gelenbevi’nin İnci dergisinde çıkan “Öldüren Aşk” ve M. Hayri Egeli’nin ise Merak dergisinde çıkan “Yavuz Sultan Selim ve Karabulut Hasan” isimli fotoromanları, bu tür çalışmaların ilk örneklerindendir. Asıl amacı film çekmek üzere yazılan senaryoların fotoromana dönüştürülmesinden ziyade, fotoroman oluşturmak için yazılan ve ülkemizin asıl özgün fotoromanı olarak nitelendirebileceğimiz eser ise Turgut Özakman’ın yazdığı “Cumartesi Saat Dörtte” -Bazı kaynaklarda ise ilk özgün eserin ‘Saklambaç’’ olduğu söylenmektedir- adlı eseridir. Bu eserin başrollerini Semih Sergen ve Işık Yenersu üstlenmiş; ve eser, 26 sayı olarak yayınlanmıştır.
İlk renkli yerli fotoroman çalışmalarına ise 1966 yılında haftalık bir dergide yayınlanan ‘’İlk Aşk’’ adlı fotoroman öncülük etmiştir. Sonrasında ise Hürriyet gazetesinde yayınlanan Ertem Eğilmez’in yazdığı, Sezen Aksu’nun da rol aldığı ‘’Çalıkuşu’’; Kartal Tibet’in ‘’Çiçekçinin Kızı’’ gibi eserler, bu akıma eşlik etmiştir.
İlerleyen zamanlarda ise büyük fotoromanların yerini daha küçük ebatlarda olan, dış kapağında fotoromanın içeriğinden bir kesitin yer aldığı cep fotoromanları almıştır ve 70’li yıllarda fotoroman, altın çağını yaşamıştır. Fotoromanlar 80’li yıllarla birlikte yavaşça hayatımızdan çıkmaya başlasa da en az sinema kadar yaygın bir biçimde okuyucu ile buluşmuş; hatta kimi zaman aylarca okuyucularına eşlik eden bir hayat arkadaşı rolünü üstlenmiştir. Günümüzde fotoroman geleneği ufak çabalarla yaşatılmaya çalışılsa da artık eski etkisini kaybetmiştir. Umarım ki bir dönem gençliğinin en büyük eğlencesi olan, fotoğraf karelerinden yola çıkarak hayallerinde yeni maceralar kurma fırsatı sunan bu eser türü, yaşatılmaya devam edilir.