Psikanalizin Kurucusu Sigmund Freud’un Özünde Sherlock Holmes Yatıyor Olabilir Mi?
Bir dedektif bir psikanalist… Bir kurgu bir gerçek… Peki, ikisi de aynı kişi diyebilir miyiz? Gelin bu sorunun cevabını dedektif büyüteciyle inceleyelim;
Yer İngiltere, Baker Street 221B. Bipolar evresindeki ünlü dedektifimiz ustalık derecesinde keman çaldığı gibi olayları da gözlem yoluyla ustalıkla çözmektedir. Kendine has çözüm yöntemleri, yaşam tarzı ve dönemindeki kurumlarla çatışma halinde olması Sherlock’u efsaneleştirmiştir. Olayları tümdengelim yöntemiyle aydınlatarak birbirinden alakasız gibi gözüken sorduğu soruların aslında birbiriyle nasıl da tutarlı oldukları onu döneminin en iyi dedektiflerinden biri yapmıştır. Bir sigara izmaritinden ya da bir ayak izinden şüpheliyi bulabilir miydiniz? Holmes’ün iki dakikasını almıyor, sadece gözlemlemesi yeterli.
Sigarayı bırakması önerildiğinde “Ölürüm daha iyi” cevabını veren bir nörologdur Sigmund Freud. Bulduğu ve kullandığı tüm tanımları önce kendisinde tanımlayıp daha sonra açıklama gereği hissetmiştir. En çok bilinen teorisi “Oidipus”, yine kendinde duyumsayıp daha sonra sözcüklere dökebildiği bir kompleks olmuştur. Viyana yolcuğu sırasında annesiyle tren kompartımanda yaşadığı o ilk cinsel sahneyi anımsar. Annesine duyduğu cinsel duyguları bir kez daha düşünür ve notlarına geçirir. Bu dönemi tercüme etmenin zorluğunu fark eder ve tam bu sırada kendi bilinçaltında bir çocuk görür. Çocuk, babasına karşı öfkelidir ve babayı öldürmek istemektedir. Çünkü amacı babayı öldürüp anneyle birlikte olmaktır. Bu Freud’un kuramında yeni bir başlangıç olmuştur. 31 Mayıs 1897’de ilk kez Oidipus kompleksi gündeme gelir, çocukların ana babalarına duyduğu düşmanca duyguları kendisinde de duyduğunu hatta düşünde gördüğünü kabul eder. Babasına karşı duyduğu hüznü açıklamak istemektedir çünkü küçükken babasını öldürmek isteyip annesiyle olma düşüncesinden kaynaklandığını kendi kendisinde tespit ettiğini söyler. Zor bir karar vermek durumundadır: bunları yazmalı mıdır, yazmamalı mıdır? Kendisine Goethe’nin dizleri yardım eder;
Bir dâhinin ilk ve son istemi hakikat aşkı olmalıdır.
İnsanın kendi ruhsal dünyasını anlamadan başkalarını anlamaya çalışmanın olanaksız olduğunu düşünür ve düşüncelerini korkusuzca yazar.
Freud da Sherlock gibi çağında kabul görmeyen düşüncelerin kurbanı olmuştur. İkisi de profesörleri ve polis teşkilatı ile çatışma içerisindedirler. Kokain kullanımını Sherlock iyi düşünebilmek için yapsa da Freud için tamamen zevk meselesidir. Sherlock’un daima savunduğu bir şey vardır: Suçlu mutlaka iç mekândaki eşyalar üzerine parmak izi bırakır. Buradan yola çıkacak olursak, suçluyu bulmak için iç mekân gözlemlerine başvurmamız gerekir. Eskiden “suçlu” “günahkâr” diye tabir edilen insana aydınlanma döneminde “çılgın” “deli” diye bahsedilmesinin sonucunda onların psikiyatri kliniklerine kapatılması doğmuştur. Sherlock’un gözleme aldığı suçluyu Freud kliniklere kapatmamıştır, Freud için suçlu kliniklerde değil, insanın kendisindedir.
Suçluluğu kendi bilinçaltında aramak için ilk adımı atmıştır Freud. Sherlock suçluyu yakalamak için nasıl gözlem yolunu ve iç mekânda ardında bıraktığı izleri takip ediyorsa Freud da insanın iç mekânını yani bilinçaltını kullanmaktadır. Buna en iyi örnek yine bir tren kompartımanında Freud ile bir gencin serbest çağrışım metodu ile oynadığı oyun olacaktır: Freud, gençten, aklına gelen şeyleri sansürlemeden ona anlatmasını ister. Yabancı dillerden kelimelerle konuşan genç çoğunlukla sıvılaşma ve akışkanlık sözleri üzerinde durur. Ardından Freud’a bir hikâye anlatır ki hikâye hâlâ o bölgede anlatılmaktadır. Bir azizin pıhtılaşmış kanı yıllardır kavanoz içerisinde kilisede saklanırmış. Eğer halk yeterince bağışta bulunmuşsa azizin kanının sulandığı söylenirmiş. Anlamı ise aziz köyü ziyaret edip onları kutsamıştır. Freud hikâyeyi dinledikten sonra gence “Kız arkadaşınızın regli gecikti ve onun hamile kalmasından korkuyor musunuz?” diye sorar. Şaşkınlıkla durumu nasıl anladığını soran gence ise şu cevabı verir, “Sözcükleriniz kan ve sulanmakla ilgiliydi.” Sherlock’un şüphelilere sorduğu anlamsız sorular silsilesi bir nevi Freud’un serbest çağrışım yöntemine denktir.
Gel gelelim dedektifler kendilerini suçluların yerine koyarak olayı aydınlatırlar. Peki Freud? Doktor-hasta ilişkisinin yanı sıra, hikâyede anlatılan Freud’un ta kendisidir. Yazının başında da belirtildiği gibi, Freud kendinde duyumsadığı şeyleri aktarmaktadır. Tren yolculuğunda bahsedilen genç kendisi, yanında da Minna adında genç bir kız vardır ve Freud’u çileden çıkaran bir regl gecikmesi…
İç mekânda parmak izleri taşıdığımız müddetçe benliğimizin hem Freud’u hem de Sherlock’u olacağız. Bir dedektiften bir psikanalist olur mu? Ya da ikisi artık aynı anlamı mı taşıyor? Kararı kendiniz verin.