İzledikten sonra insanın gülümseyerek saatler süren düşüncelere dalacağı, içini huzurla dolduran, oldukça naif bir romantik komedi filmi.
Amélie, Audrey Tautou’nun başrolünde olduğu, Jean-Pierre Jeunet filmi sinema törenlerinde 117 dalda ödüle aday gösterilmiş ve 55 tanesini kazanmıştır.
Filmde Amélie isimli bir genç kızın yaşam öyküsü ele alınmakta. Amélie dışarıdan bakıldığında Paris’te bir kafede çalışan, akşamları küçük apartman dairesinde kendi kendine vakit geçiren sıradan bir kız. Aslında o kadar da sıradan olmadığını filmi izledikçe anlıyoruz. Geçen yıllar, ilerleyen yaşlar onun hayal gücünden, içindeki sevgi ve iyilikten hiçbir şey götürmemiş. İzlerken zaman zaman kendimizi bulacağımız renkli bir karakter.
Tuhaf bir aileye sahip olan Amélie’nin annesi kilisenin çatısından atlayarak intihar eden bir kadının altında kalarak hayatını yitirir. Babası, eşinin ölümünden sonra iyice silik bir karaktere dönüşür ve Amélie ile olan ilişkisi giderek zayıflar. Hatta öyle sıkıntılı bir ilişkileri vardır ki filmin bir sahnesinde doktor olan babası Amélie’yi muayene ediyor ve ona kalp hastası teşhisi koyuyor. Oysaki Amélie babasıyla nadiren fiziksel temas kurduğundan muayene esnasında heyecanlanıyor ve kalp atışları bu yüzden hızlanıyor.
Hikaye tam anlamıyla, Amélie’nin gevşemiş bir banyo fayansının arkasında bir çocuğun yıllar önce saklamış olduğu kutuyu bulmasıyla başlar. Kendini kutunun sahibini bulmaya adayan Amelie, kendisiyle bir anlaşma yapar. Eğer kutunun sahibini bulursa kendini tamamen iyiliğe adayacaktır. Nitekim de öyle olur. Kendisiyle aynı apartmanda yaşayan “cam adam” lakaplı ressam Raymond Dufayel’in yardımıyla kutunun gerçek sahibini bulan Amélie, insanların hayatlarına birer birer dokunmaya başlar. Babasının hep hayalini kurduğu dünya turuna çıkmasını kendine has, oldukça yaratıcı bir yöntemle sağlar. İş arkadaşlarına, manavın çırağına, apartman yöneticisine yardımlarını esirgemez. Kötü manava ufak cezalar vermekten de geri durmaz.
Amélie insanların hayatına dokunup güzelleştirmeye devam ederken bir yandan yalnızlığını sorgulamaya başlar. Sorgulama hali devam ederken, pasaport için fotoğraf çekilen fotoğraf kulübelerinde beğenilmeyip atılan fotoğrafları toplayan Niko ile karşılaşınca bu iç savaş iyice büyür. Niko’yu kendi yöntemleriyle etkilemeye çalışan Amélie, utangaç bir kız olduğu için dolambaçlı oyunlarıyla bu adama yanaşmaya çalışır. Böylece kendi mutluluğunun peşine düşer.
Gelelim filmin ortaya çıkış hikayesine. Amélie yönetmenin ilk stüdyo dışı filmi. Kendisi Amélie’yi şöyle anlatıyor:
Er ya da geç stüdyodan çıkmak zorundaydım. Hikaye de buna uygundu. Filmin kalbinin Paris’te atmasını istedim. Ne var ki, ‘Her bir kare, resim gibi olmalıdır.’ görüşüne inanıyorum. Estetik olmamak elimde değil. Bana çekici gelen her şeyde, Tardi’nin karikatürlerinde olduğu gibi Paris imajını aradım. O ve ben aynı şeylere ilgi duyuyoruz; yükseltilmiş metro trenleri, bazı anıtlar, merdivenler, eski taş binalar… Mekan seçimlerim hep bu doğrultuda oldu.
Filmin insanı kendinden alıp götüren müzikleri ise Yann Tiersen’e ait. Ortaya gerçekten harikulade bir iş çıkarmış.
Hayal gücünüzden ve içinizdeki iyilikten asla vazgeçmeyin ve unutmayın; aşk hiç beklemediğiniz bir anda en güzel haliyle kapınızı çalacak.