Peyami Safa (2 Nisan 1899 – 15 Haziran 1961), Türk yazar ve gazetecidir. Cumhuriyet Dönemi Türk edebiyatında kendini tanıtıp, ön plana çıkmayı başarmıştır. Genelde psikoloji ve polisiye alanında eserler yayınlamıştır. Bir dönem Servi Bedi takma adını kullanarak birçok roman kaleme alan yazar, eserlerinde yaşamı ve fikir hayatındaki değişimlere yer vermiştir. Bu romanları yayınlarken aynı zamanda gazetecilik mesleğini de sürdürmüştür ve ağabeyi İlhami Safa ile birlikte Kültür Haftası gibi çeşitli dergiler çıkarmıştır. Yaşamında pozitivist, materyalist, mistik, milliyetçi, muhafazakar, antikomunist ve korporatist tutumlar sergileyerek çeşitli değişimler yaşamıştır. Fransızca bilmesi sayesinde Batı kültür ve yeniliklerini yakından takip etmiştir. İlk dönemlerinde Maupassant ve Rousseau gibi isimlerden tercümeler yapmıştır. Eserleri çeşitli dönemlerde sinema ve dizilere uyarlanmıştır. Yazar 15 Haziran 1961 yılında İstanbul’da yaşamını yitirmiştir.
Dokuzuncu Hariciye Koğuşu, Peyami Safa’ nın ilk baskısı 1930 yılında yapılmış olan anı defteri niteliğinde yazılmış otobiyografik romanıdır. Aynı zamanda Peyami Safa’ nın en fazla basılan ve beğenilen eseridir. Türkiye’de Milli Eğitim Bakanlığı tarafından orta öğretim öğrencilerine tavsiye edilen 100 temel eser arasında yer almıştır.
Eserin ana fikri; insanın asla pes etmemesi gerektiğidir. Yaşadığı zorluklar sebebiyle yaşama isteğini kaybeden bir karakterin yaşadığı hüzünlü olaylar aracılığıyla bize, karşımıza çıkan tüm zorluklara mücadele etmemiz gerektiğini, yaşama sevincimizi kaybetmememiz gerektiği mesajını vermektedir. Peyami Safa’nın, sağ kolunda kemik veremi hatalığı olduğu ve o zamanlardaki psikolojisini bu romanda işlediği bilinmektedir.
Zaman: Olaylar birinci dünya savaşının başladığı 1915 yılında İstanbul’da, hasta çocuk ile annesinin yaşadığı gecekondu evi, Erenköydeki köşk ve hastane odaları arasında geçmektedir.
Eser kahraman bakış açısıyla yazlmış ve olaylar 1. Şahıs ile anlatılmıştır.
Sade, akıcı ve kolay anlaşılır bir dil kullanılmıştır.
Eserin incelemesine başlamadan önce romanın kahramanlarını biraz tanıyalım.
Anlatıcı: Ana kahramanımız olan 15 yaşında kemik hastalığı yaşayan genç bir çocuktur. Roman boyunca ismini öğrenemediğimiz bu gencin aslında yazarın kendisi olduğu bilinmektedir.
Nüzhet: Paşanın 19 yaşındaki enerjik, uçuk kaçık bir tip olan kızıdır. Evin tek çocuğu olması sebebiyle de şımarık bir kızdır.
Paşa: Kitap okumayı çok seven paşa hasta gencin uzaktan akrabasıdır ve genci çok sever, onun istikbali için gerekli şeyleri yapmak ister.
Doktor Mithat: Romanda adı çok fazla geçmez, hasta gencin doktorudur.
Eserin ana karakteri 15 yaşında,bacağı sakat olan ve geçirdiği ameliyatlara rağmen iyileşemeyen bir çocuktur. İlk sayfalarda yıllarca hastanede tedavi olmak için mücadele vermiş ve o süreçte çokça acı çekmiş bir çocuğun yaşadığı tedirginlik, eziklik,yalnızlık duyguları karşılıyor bizleri.
“Karanlık dehliz. Kapalı kapıların mustatil buzlu camlarından gelen soğuk ışıkların buğusu, yüksek ve çıplak duvarlara vurarak donuyor.” (sayfa 5, Çocuklar Hastanesi)
“Ben de onların arasındaydım ve onların arasında büyüğümde yoktu. Yalnız bende meçhul bir hastalık vardı, sekiz yaşımdan beri çekiyordum.
Bende o muayene odasının ve nice muayene odalarının önünde senelerce bekledim. Benim yanımda büyüğüm de yoktu. Yalnız başıma demir parmaklıklı kapıdan içeriye girerdim, dokuzuncu hariciye koğuşuna doğru ağaçların bile sıhhatine imrenerek yürürdüm, camlı kapıların garip bir beyazlıkla gözlerime vuran ve içimde korku ile karışarak yuvarlanan parıltıları arasında o dehlize girerdim, ve yalnız başıma bir köşeye ilişirdim, kımıldamazdım, susardım, beklerdim, korkudan büzülürdüm, rengimin uçtuğunu hissederdim.” (sayfa 7, Yalnız Çocuğun Azabı)
Bu iki paragraf aslında çocuğun yaşadığı tüm o yalnızlık, eziklik duygusunu, korkuyu özetliyor. “Benim yanımda büyüğümde yoktu.” cümlesinin ağırlığını hissetmek bile yetiyor her şeyi anlamaya.
“Ağaçların bile sıhhatine imrenerek yürürdüm.” diyor yazar. Çekilen tüm acılar, sakatlığının vermiş olduğu kendine acıma duygusu bu cümlenin içine gizlenmiş gibi.
Annesiyle birlikte İstanbul’un kenar mahallelerinden birinde yaşayan karakterimiz, en çokta acısını annesiyle paylaşmaktan korkmaktadır.
İyileşmesinin başka bir yolu olmadığını, ameliyat olması gerektiğini fakat bu ameliyatta bacağının kesileceğini öğrenince kahrolur ve bunu annesine söylemek istemez.
“Ona bu fena haberi vermekte gecikmek için eve gitmek istemedim. Felaketimizi başka biriyle taksim etmek saadettir, fakat annelerle değil, annelerle değil. Annelere anlatılan kederler taksim değil, zerbedilmiş olur: Çocuklarının felaketini iki kat şiddetle hisseden anneler, bu ıstıraplarını çocuklarına fazlasiyle iade ederler; böylece keder anadan çocuğa ve çocuktan anaya her intikal edişinde büyüdükçe büyür.” (sayfa 12, Bazı Kederlerin Riyaziyesi)
Karakterimizin Erenköy’de bir köşkte yaşayan ve paşa olan bir akrabası vardır. Onun yanına gidip hem annesinden bu durumu gizlemek hemde birkaç doktora daha gözükmek ister. Annesinin onayını aldıktan sonra Erenköy’e gider, zaten paşada onu merak etmektedir. Paşa disiplinli ve yardımsever bir adamdır. Kitap okumayı fazlasıyla sever ve kahramanımız her gidişinde yanında Paşa’ya okumak için kitap götürür.
Ertesi gün hemen paşanın yanına gider ancak paşaya da sağlık durumundan söz etmek istemez.
“Paşa, sıhhatimi sordu. Bazı kısa ve yanlış izahat verdim, ertesi sabah fakülteye gideceğimi söyledim.”
Paşa bu cevaplara kanaat etmez ve “Bizim doktor Ragıp vardır, ona bir görün.” diyerek bir tavsiyede bulunur. Hasta çocuk isteksizce kabul eder.
Paşanın Nüzhet isminde 19 yaşında birde kızı vardır. Karakterimiz çocukluktan beri onunla arkadaşlık etmektedir ve bir yandan da ona bazı özel duygular beslemektedir. Nüzhet fazlasıyla enerjik, içi içine sığmayan genç bir kızdır. Paşanın tek çocuğudur ve bu sebeple biraz da şımarıktır.
Nüzhet ile birlikte bahçeye çıktıklarında Nüzhet genç bir doktorun onu istemeye geldiğinden bahseder. Çocuk bunun paşanın bahsettiği doktor olduğunu hemen anlar. Bu durum onu fazlasıyla bunaltır ve üzer. Nüzhet ona bu konudan bahsederken sıkılır ve konuyu kapatmaya çalışır.
“Büyük bir itiraf yerine geçmesinden korkarak şunları söyledim:
-Bu bahisten hoşlanmıyorum.
Bu sözüm onu epey düşündürdü. Aramızda, hislerimiz hiç bu kadar soyunmamıştı. Hafifçe kolumu sıkmaya başladı ve birdenbire alçalan bir sesle mırıldandı:
-Ragıp bey beni istedi diye, ben de hemen evlenmiyorum ya… Hem ben daha on dokuz yaşındayım.
Hemen boynuna sarılmak istedim. Bu sözler benim için bir aşk teminatı yerine geçti. Bir anda pek çok şeyler öğrenmiş olduğumu zannettim. Fakat, biraz düşününce bunun bir teselli olabileceğini de anladım ve bir an evvelki kederim arttı.” (sayfa 22, Ciddi Bir Adam)
Belki çocukluğun vermiş olduğu cahillikten, belki yıllardır hastalığı çekiyor olmanın verdiği bıkkınlıktan, neden olduğu bilinmez; doktorların tavsiyelerine uymayı ısrarla reddeder ve bu durumunu daha vahim bir hale getirir.
“Dizim de çok ağrımaya başladı. Her gün istirahat etmeye ve koltuk değneğiyle yürümeye mecbur olan ben, o gün çok yürümüştüm ve doktorların kat’i ihtarlarına rağmen bir bastona bile dayanarak yürümeyi daime reddettim.” (sayfa 26, Yeni Mesele)
Karakterimiz hastalığı için gerekli önlemleri almazken, Nüzhet’in aşkıyla teselli bulmaya ve acılarını unutmaya çalışır.
“Yalnız bir şey anlamıştım ki, ben çok bedbahttım.
…
Meçhul ümitlere inanmadığım an, beni kurtaracak şeyin ne olduğunu bilmek istiyorum. Ümit etmek bile az. Emin olmak ihtiyacı. Yalancı istikbalin şüpheli vaitlerine değil, teminatına ve senedine ihtiyacım var. Halbuki o vait bile etmiyor ve kendisine beni nasıl karşılayacağını sorduğum vakit, korkunç bir dilsizlikle susuyor.” (sayfa 27, Yeni Mesele)
Nüzhet’le olmayı çok istemesine rağmen yine de onun mutlu olmasını istiyor, kendini her ihtimale hazırlamayı deniyordu. Bu onun kalbinin temizliğinden olsa gerek, kendi mutluluğundan önce onu düşünüyordu. Fakat bir gece hislerinin karşılıksız olmadığını anladığı bir olay yaşanır. Nüzhet onunla dertleşmek için gelir ve kaybettiği umudu o gece yeniden yeşerir.
“Ertesi gün, kendimi bedbaht sanmakta bu kadar acele edişime kızıyorum. Bir gün evvel kuruntularım yüzünden, kendisiyle bütün alakalarımı inkar etmeye kadar vardığım bu köşk, o gün beni her dakika sevindiriyordu.
…
-Sen burada iken vakit ne güzel geçiyor… Hiç canım sıkılmıyor. Sana alışırsak ne yapacağız?
Bu basit sözler bir aşk itirafı kadar gururumu okşuyor.” (sayfa 59-60, Değişiyorum)
O esnada dizinin durumu ciddileşir fakat tüm bunlara rağmen söylenenleri yapmamaya devam eder. Köşkte ki saadeti de zaten uzun sürmez.Bir gün Nüzhet ve annesi arasında şahit olduğu bir konuşma ile yalnızlık, eziklik duygusu onu yeniden esir alır. İstenmediğini anladığı an içini büyük bir hüzün kaplar ve oradan ayrılma isteği yeniden kendini gösterir.
“İşit! İşitmelisin! Canını sokakta mı buldun? Maazzallah… Mikrop. Sonra… çekersin. Anladın mı? Çekersin!” (sayfa 70, Mikrop)
Nüzhet’in annesi, yani kahramanımızın yengesi roman içerisinde çok aktif olan, kendisini tanımamıza imkan veren bir karakter değildir. Evlerinde misafir olan bu hasta çocuğu sevip sevmediğinden emin olamıyoruz. Kızına yaptığı bu ihtar sadece kızını koruma içgüdüsü mü yoksa hasta çocuğu evde istemeyişinin bir sebebi mi anlayamıyoruz.
“Henüz akşam olmamıştı. Köşke girdim. Evvela salona çıktım. Paşa orada. Nüzhet piyano çalıyor. Ben girince kalktı. Ona hiç bakmadan paşaya doğru yürüdüm ve hemen kararımı söyledim.
-Müsaade ederseniz ben bu gece eve gideceğim.
…
Odaya Erenköy akşamları doluyordu. Her şeyin uzaklaştığı saat. Güneş ve renkler çekiliyor. Odada madeni eşyanın donuk parıltısı. Her şeyde bir iç çekilişi, bir sönme, bir hafifleme var. En katı cisimler bile eriyor ve Erenköy bayılıyor.” (sayfa 71, Mikrop)
Bu satırlarda kahramanımızın yaşadığı hüznü kolayca anlayabiliriz. “Güneş ve renkler çekiliyor.” Yani yeşeren tüm umutları yeniden soluyor. Her şey değerini yitiriyor ve geriye sadece gerçekler kalıyor. Psikolojisi darmadağın 15 yaşında bir genç..
Aradan aylar geçer, genç kenar mahalledeki evine döner ve büyük bir ıstırap içinde yaşamına devam etmeye çalışır. Bacağının ağrısı bir yandan, Nüzhet’e olan özlemi diğer yandan esir alır genci. Yaşadığı yoğun duygular ona bir dönem iyi gelmiş olsa da şimdi hem yıkılan hayallerinin hemde ona söylenenleri dinlemediği için durumu ciddileşen bacağının acısıyla baş başa kalmıştır. Yine günlerinin çoğu hastahanede geçmeye başlar ve eski yalnızlığına döner.
“Hep gittiler. Yapayalnız. Çıt yok. Odaya şimdiye kadar hiç tanımadığım yabancı bir akşam giriyor. Gittikçe artan karanlık, iki parça eşyayı da benden uzaklaştırıyor ve beni daha yalnız bırakıyor.” (sayfa 97, Dokuzuncu Hariciye Koğuşu)
“Bizden uzaklaşmadıkça bize görünmeyen sıhhat, itiyadın verdiği hissizlikle, sağlamların şuurundan kaçıp nasıl ve nereye saklanıyor? Onu ben görüyorıum, çünkü benden uzak; onu ben Mithat Bey’in kırmızı yüzünde, çelikli damarlarında, arkadaşımın otururken rahat gerilişlerinde, bacaklarını uzatışlarında, korkusuz bakan gözlerinde görüyorum.” (sayfa 109, ameliyat)
Bu satırlarda biraz pişmanlık, biraz özlem ve bilhassa çaresizlik görüyorum. “Bizden uzaklaşmadıkça bize görünmeyen sıhhat.” Sağlığının kıymetini zamanında bilmemiş bir insanın pişmanlığı…
“Korkunun bu derinleşen nevi dayanılacak şey değil; ıstırabın vukuundan evvel ruhta bir gölgesinden ibaret olan korku, ıstıraptan bir kat daha müthiş.” (sayfa 109, Ameliyat)
Kendini duygularına kaptıran, hayallerinin peşinden koşarken kendini unutan bir genci kendine getiren o müthiş korku.
“Son not. Bu odada başkaları inleyecekler. Onları şimdiden gayet iyi tanıyorum.” (sayfa 114, Notlar)
Tıpkı yazarımız gibi hastalığın acısını hissetmiş bir insan, bu acıyı hisseden herkesi tanır ve o duyguyu, psikolojiyi yaşamayan hiç kimse anlayamaz.
Bu romanda yazarın bize vermek istediği birçok mesaj vardır aslında fakat bunlardan en önemlisi dünyadaki en önemli şeyin kendi sağlığımız olduğudur çünkü sağlık asla telafi edilemeyecek bir şeydir. Romanı okurken ana kahramanımızı eleştirdiğim birçok nokta oldu fakat empati kurmayı denediğimde yaşadığı bıkkınlığı da da gayet iyi anlayabiliyorum. Çocukluğundan beri yaşamış olduğu acıları unutturacak bambaşka bir duyguyla karşılaştığında onun peşinden gitmemesi elde değildi. Bir yandan da artık sağlığından umudunu kesmişti, hiçbir uyarıyı dikkate almadı. Hastane koridorlarından, insanın ciğerlerini yakan o hastane kokusundan, devamlı hayatını kısıtlamaktan son derece bıkkındı. Ve en önemlisi yalnızlığından usanmıştı. Ona yalnız hissettirmeyen her yeri,her duyguyu seviyordu. Fakat eserin sonunda yine o duygulara esir oldu ve öncekinden çok daha derin acılar çekti. Yalnızlığı çok daha kuvvetli yaşadı ve artık birçok şeyin telafisi mümkün değildi. Yaptığı en büyük hata ise henüz 15 yaşında olmasına rağmen 19 yaşındaki bir kız olan Nüzhet’le mümkün olmayan hayaller kurmasıydı. Oldukça akıcı olan bu roman bizi zaman zaman üzüyor fakat aynı zamanda bizde bir farkındalık yaratıyor. Her ne olursa olsun gerçek olması mümkün gözükmeyen hayallerin peşinden koşarken bunun bize vereceği zararları iyi düşünmeliyiz ve telafisi olmayan hataları yapmaktan kaçınmalıyız.