Ahmet Haşim, Osmanlı coğrafyası içinde doğmuş ve bu uyruğu taşıyan iki dilli bir şair olarak edebiyatımızda örneği az simalardandır. Türkçeyi öğrenip kavraması zaman almıştır. Türkçeyi öğrenmekle birlikte bu dilin hafıza ve mecrasına tam olarak adapte olduğu söylenemez. Onun şiirlerinde Türkçe adına bir sıcaklık olmaması bu yüzdendir denilebilir. Şimdi ise deneme, fıkra ve şiir örneklerinden seçtiklerime geçebiliriz;
DENEME
YENİ SANATKAR
Bütün yeni fikirlerin doğduğu memleket Fransa olduğu halde ne gariptir ki, yenilikten en fazla çekinen, en anane-perest ve en az kımıldamayı seven memleket yine Fransa’dır. Asalet ocaklarını, insan kanının seylâbeleriyle söndürmüş olan Fransa’da, bugün, faraza XIV. Louis’nin oturağı mezada çıkarılsa onu elde edebilmek için, Fransız milleti birbirine geçebilir.
İşte bu kaplumbağalar memleketinde bile sanatkârı, tanınmayacak kadar değişmiş buldum. “Quartier Latin” ve “MontParnasse”ın bütün eski kahvelerini dolaştım; o kirli, mağrur, terbiyesiz, cahil ve tufeyli insana hiçbir yerde tesadüf etmek kabil olmadı. Havası tamamen değişmiş olan bu kahvelerde sanatkâr, vahşi saçlı, zinde ve sıhhatli bir genç halinde, kırmızı dudaklı, nim üryan kadına sarılmış, mecnûnâne bir raks içinde dönüyor.
Evet, Fransa da bile sanatkâr, artık adî bir münşi, kokmuş bir mütefekkir, bir mısracı veya bir nakkaş değildir. Maziye hürmetkâr, kaideye muti, dünyaya dâhi bir “Hugo”nun gelmiş olduğunu asla inkâr etmeyen, uslu, akıllı şair ve şairelerin her salı günü toplanıp, şiirlerini bir kürsüden okudukları “Grand Palais”daki şairler salonuna gittim. Saat üçte kıraat başlayacağı ilan edilmiş iken, müşterisizlikten, tam saat dörde kadar beklendi. Nihayet saat dörtte benim gibi merak sevkiyle gelmiş birkaç yabancı ile, şair ve şairelerin davet ve ısrarı ile sürüklendikleri belli olan beş altı ahbabın teşkil ettiği seyrek bir kalabalık karşısında, ihtiyar kambur bir kontes, uzun saçlı bir efendi, ressam kılıklı yaşlıca bir zat ve bunlara benzer, birkaç tatsız tuzsuz insan, sahneye çıkıp sırayla, gâh arslanlar gibi kükrediler, gâh kuşlar gibi cıvıldadılar. Sahnede kafiyeler zengin, lisan dürüst, istiareler mükemmel, teşbihler nefis idi. Fakat sami’ler tarafında, herkes, çeneleri sökülecek kadar esniyordu.
“Resim” âleminde de aynı hadise: Levha tüccarlarının muharebeleri, şimdi, “Picasso”nun eserleri etrafında dönüyor. Desen ustaları, renk üstadları, idadî mekteplerinde bir ufak resim hocalığı bulunca saadetlerine haddü payân olmuyor. Birkaç çizgiden ibaret ufak bir levhacığı, on bin, yirmi bin franga satılan ve portresi için atölyesinin kapısında aylarca sıra beklenilen; otomobilleri, metresleri bütün Paris’te meşhur; günün zevk sultanlarından biri, titrek çizgilerle uzun, nisbetsiz kadınlar, çocukça kedi ve köpek resimleri yapan genç Japonyalı Fujita’dır. Dört sene evvel İstanbul’dan geçerken, anlaşılmaz resimlerine bakıp, deliliğine hepimizin hükmettiği Ukraynalı Gritchenko, eserlerinin getirdiği servetle, şimdi Saint Germaine mahallesinden genç bir kontesle evlenmiş. Paris’in en müreffeh ve en neşeli insanlarında biri bulunuyor.
Doğacak güneşin ziyalarıyla, dünyanın bütün taş ve ağaçlarından daha evvel aydınlanan şark ufukları gibi, şimdi sanatkâr ruhunun bütün çıkıntı ve girintileri, karanlıklardan hayata doğru yükselmekte olan yeni bir güneşin ziyaları ile pırıl pırıl yanıyor. Bu ziya ile sarhoş olan şair, zincirlerini kırıp dağlara kavuşan, hürriyetini bulmuş bir esir gibi, ruhuna lâyık insanı henüz bulamadığı için çiğnenmiş, usaresi tükenmiş eski nağmelerle söylenmektense hayvanlar ve çocuklar gibi bağırmayı ve gülmeyi tercih ediyor. Şaheserleri, hakaretle havaya fırlatan şair, sarfsız, nahivsiz, manasız bir lisanla konuşmakla mesuttur. Louvre’u ateş vermek isteyen ressam, müzeler sanatının zillet ve meskenetine düşmektense, karmakarışık çizgiler, daireler, murabbalar çizmeyi ve delice renkler karıştırmayı daha hoş ve daha eğlenceli buluyor; musikişinas, âhenksiz seslerle şarkısını söylüyor, heykeltıraş Phidias ve Praxitele gibi tunca ve mermere o ezeli inhinaları vermektense, şimdi tıpkı Afrika zencileri ve Amerika vahşileri tarzında, acemi, iptidaî, korkunç çehreler yontuyor.
Buna karşı halkın vaziyeti nedir?
Halk, yeni âlemin doğacağı tarafa yüzünü dönmüş, dikkatle ve hayretle bakıyor.
(Akşam gz., nr. 2129, 12 Eylül 1340/1924)
FIKRA
AŞK VE KIYAFET
Karanlık kıyılarına doğru ilerlediğimiz ölüm denizinden sıçrayan köpük serpintileri gibi, şakaklarında ilk beyaz saçlar belirmeye başlayan, kırk yaşına basmış karilere soruyorum: Gençliğinizi, gençliğinizin o tatlı kalbini hatırlar mısınız? Bir kapı aralığından parıltısı size bir saniye in’itâf etmiş siyah bir gözün veya ipek bir peçe nesci arkasından seçebildiğiniz taze bir tenin veyahut bir şimşek sür’atiyle önünüzden kaçarak perdeler arkasında kayboluveren genç bir eteğin sizi içine düşürdüğü o tahayyül, ra’şe ve sıtma geceleri hatırınızda mı? Sır ve hava gibi göze görünmeksizin etrafınızda yaşayan o mahrem kadının uzaktan, mıknatıs! seyyâlelerle, kanınızda uyandırdığı fırtınalara mukabil niçin bugünün renkli, kokulu ve üryan kadını, kendi neslinin gencine aynı ra’şe ve aynı çarpıntıyı veremiyor? Siz, ey kırk yaşına basanlar, gençliğinizde kadından titrer, aşktan korkardınız! Bugünkü gencin gözündeki sert parıltı, dudaklarındaki zalim tebessüm, o eski tehlikeli aşkın gülünç ve ehli bir hayvana döndüğünü anlatmıyor mu?
Kadın cazibesindeki bu tenakus acaba nedendir? Bunu bazıları kadın kıyafetinin açık saçıklığına atfettiler; bazıları da bu açık saçıklığı, kadında iffet hissinin tenakusuna ve bin’-netice aşkın tereddisine bir sebep diye öne sürdüler. Halbuki, kıymeti nisbî olan iffet, zaman, iklim, din, âdet ve bilhassa giyiniş tarzlarına göre değişen kararsız bir fazilettir.
Kadın ruhiyatını tahlilde üstad olan bir edibe nazaran, kadın kıyafetinin, somurtkan mütefekkirleri acı düşüncelere sevkeden bu açık saçıklığı ile iffet arasında bir münasebet aramak hatadır. Harpden beri kadın elbiselerini bu derece hafifleten başlıca âmil sporun medeni hayatta işgal etmeye başladığı mevkidir. Vücut zindeleştikçe harici tesirata karşı mukavemeti de artmış ve artık hasta göğüsleri, sızılı kemikleri örtmekle muvazzaf olmayan elbiseler, sıhhatli bir vücudun güzelliğini gizlemeyecek bir tarzda biçilmeye başlamıştır.
Kadın etrafındaki müfrit serbestiye gelince, bununda saiki harp imiş. Birçok faaliyet sahalarında erkeği istihlâf eden kadın, erkek işlerini görmekle erkek etvarını da edinmeye başlamıştır.
Mamâfih sebepler her ne olursa olsun, bugünkü kadın çıplaklığının cinsî cazibeyi azaltmakta ve hassasiyeti uyuşturmakta olduğunda hiç şüphe yoktur. Namütenahi çıplak bacaklar ve sayısız açık göğüsler göre göre, erkek gözü, kadın etinin yalnız görünüşüyle doyuyor. Bu soğuk ve lâkayıt göze hırs parıltısını verebilmek için şimdi kadın ne müthiş kudretler sarfetmeğe mecburdur.
Giyinmekte ve soyunmakta kadının yegane mahreki aşk olduğuna nazaran, aşk oyunlarına bu derece zararı dokunan bir kıyafetin fazla devam etmesine imkan olmadığını haber vermek için hiç kâhin olmaya lüzum yoktur. Gariptir ki kıyafet bahsinde aşk ile iffetin dileği birleşiyor. Onun için er geç kadın, yine yıldırımlarla mahmûl bir sema gibi, tedricen dumanlanıp kapanacak, sırma ve ipekten biçilmiş, müheyyeç bulutlar arkasına çekilecek ve esrarengiz ışıklarını yine oradan neşretmeye başlayacaktır. Spor vuzuhu istiyorsa, spordan daha kuvvetli olan aşk, sır ve müphemiyeti istiyor.
(Akşam, nr. 2677, 25 Mart 1926)
ŞİİR
O BELDE
Denizlerden
Esen bu ince havâ saçlarınla eğlensin.
Bilsen
Melâl-i hasret ü gurbetle ufk-i şâma bakan
Bu gözlerinle, bu hüznünle sen ne dilbersin!
Ne sen,
Ne ben,
Ne de hüsnünde toplanan bu mesâ,
Ne de âlâm-i fikre bir mersâ
Olan bu mâi deniz,
Melâli anlamayan nesle âşinâ değiliz.
Sana yalnız bir ince tâze kadın
Bana yalnızca eski bir budala
Diyen bugünkü beşer,
Bu sefîl iştihâ, bu kirli nazar,
Bulamaz sende, bende bir ma’nâ,
Ne bu akşamda bir gam-i nermîn
Ne de durgun denizde bir muğber
Lerze-î istitâr ü istiğnâ.
Sen ve ben
Ve deniz
Ve bu akşamki lerzesiz, sessiz
Topluyor bû-yi rûhunu gûyâ,
Uzak
Ve mâi gölgeli bir beldeden cüdâ kalarak
Bu nefy ü hicre müebbed bu yerde mahkûmuz…
O belde?
Durur menâtık-ı dûşîze-yi tahayyülde;
Mâi bir akşam
Eder üstünde dâimâ ârâm;
Eteklerinde deniz
Döker ervâha bir sükûn-ı menâm.
Kadınlar orda güzel, ince, sâf, leylîdir,
Hepsinin gözlerinde hüznün var
Hepsi hemşiredir veyâhud yâr;
Dilde tenvîm-i ıstırâbı bilir
Dudaklarındaki giryende bûseler, yâhud,
O gözlerindeki nîlî sükût-ı istifhâm
Onların ruhu, şâm-ı muğberden
Mütekâsif menekşelerdir ki
Mütemâdî sükûn u samtı arar;
Şu’le-î bî-ziyâ-yı hüzn-i kamer
Mültecî sanki sâde ellerine
O kadar nâ-tüvân ki, âh, onlar,
Onların hüzn-i lâl ü müştereki,
Sonra dalgın mesâ, o hasta deniz
Hepsi benzer o yerde birbirine…
O belde
Hangi bir kıt’a-yı muhayyelde?
Hangi bir nehr-i dûr ile mahdûd?
Bir yalan yer midir veya mevcûd
Fakat bulunmayacak bir melâz-i hulyâ mı?
Bilmem… Yalnız
Bildiğim, sen ve ben ve mâi deniz
Ve bu akşam ki eyliyor tehzîz
Bende evtâr-ı hüzn ü ilhâmı.
Uzak
Ve mâi gölgeli bir beldeden cüdâ kalarak
Bu nefy ü hicre, müebbed bu yerde mahkûmuz…
(Şiir ve Tefekkür mc. 1, 29 Ağustos 1325 (2 Eylül 1909), s. 5-6)