Türk sinemasında işlenen ve işlenmeye devam edilen bir konu, kadın. Kadına dair birçok sorunun ele alındığı sinemada sorunların ismi her zaman farklı. Kimi zaman şiddet, kimi zaman tecavüz, kimi zamansa erken evlilikler. Toplumsal bir sorun haline gelen bu meseleler senaristler ve yönetmenlerin gözünden kaçmamış. Fakat iyi işlenen bir film bulmaksa epey zor.
Yıllarca Yeşilçam sinemasında ve dünya sinemasında kadın sadece bir obje olarak görülmüş ve ataerkil anlayış sinemaya hâkim olmuştur. 1980’lerde feminist hareketlerin güçlenmesiyle bu tip anlatılar ortaya çıkmış fakat kadın sorunlarının üzerine gitmek gibi bir çabada gerçekleşmemiş.
90’lı yıllarda da erkek sineması haline gelen Yeni Türk Sineması akımında kadın yine ataerkil sistemden ayrı düşünülememiş ve özne olma sorunu çözülememiş.
Genelde sinemada kadınlar erkeklerin yanında bir kişi olarak düşünülürken kadın sorunları düzene ve yaşam tarzlarına bağlanmış. Erkek egemen yapısının bununla ilgili bir sorun teşkil ettiği düşünülmemiş.
50’li yıllarda kadın uzlaşmacı ve anaç bir yapıyla ele alınmış. Hayatına herhangi bir şekilde isyanı söz konusu bile olmayan kadın algısı yaratılmıştır. İzleyiciye direkt olarak sunulan hatta diretilen bir algı anlayışı hâkim olmuştur. 1980’li yıllara gelindiğinde kadını modern bir şekilde betimlemeye çalışan akımlar aslında yine kadını iş hayatının yanında evdeki görevini de unutmaması gerektiği gibi bir algıdan öteye götürmemiştir.
80’li yıllarda erotik film furyasında kadın yine hak etmediği biçimde cinsel bir obje olarak kullanılmış. Zamanın siyasi şartlarında insanları düşünmekten mahrum bırakmak amacıyla ortaya çıkan sinema algısında, insanın asalaklaşma süreci yine kadını yermek ile yapılabilmiş. Her gün atılan ahlakçılık naralarına rağmen bu devlet izni ile yapılmıştır. Ticari kaygı her şeyin önüne geçmeyi başarmıştır. Kadın insanların politizmden uzak tutulması için bir araç olarak kullanılmış.
Sinemada kadının işlenişindeki büyük yanlışlardan bir tanesi de kadına şiddeti meşrulaştıran mesajlar. Aldatan kadın, çocuğunu bırakan anne gibi içeriklerin kadın üzerine bir yafta gibi yapıştırılıp insanlara sunulması, toplumdaki algıyı zedelediği gibi şiddeti meşrulaştıran bir biçimde izleyiciye sunulmuştur.
Böyle bir furyanın arasında yeni bir algının tohumlarını atmış senaristler bile kadının kutsal yerini düzgün bir anlatımda perdelere taşıyamamış ve yerinde saymışlardır. Yönetmenler ve senaristler bu olayların gerçeği aktarmaktan daha öteye geçmediğini söylese dahi bu hususta sanatçılar dikkatli olmalı. Hem de her an! Toplumumuzda bulunan her türlü sakatlığı ekranlara taşıyabilmeli fakat bunların yeni “Aklı Kıt” yaratıklar çıkaracağını unutmamak gerek.
Güçlü kadın modeli ne kadar gösterilmeye çalışılsa da bu kadar hatalı tanımın arasında iyiler tabii ki bir köşede kalmıştır. Örneğin, kendi hayatını kurmak için çabalayan dul kadın ne kadar başarılı olsa da dul olduğu için toplum tarafından yanlış bir şekilde algılanmıştır. Toplum içinde sinemada diretilen bu algı değişmeyen kafaları daha da sabitleştirmiş ve belki de yerinde saymaya mecbur bırakmıştır. Özgürlükçü ve entelektüel denilebilecek birçok sinema yönetmeni bile ataerkilliğin içinde boğulmuştur.
Maksat sinemada özgürlükçü algıyı yaymak ve kadının hak savaşında destek olmaksa eğer ilk önce yönetmen ve senaristler bunları kendi içlerinde yapmalılar. Hâlâ bu ülkede kadınlar birkaç kendini bilmezin ellerinde can veriyorsa elimiz taşın altında ezileli ve başlarımız o kayaların altına gireli epey zaman olmuş. Sanatçılar işte tam da burada ezberlenenden uzak kalmalı. Yeni algılar yaratmalı. Çünkü dar alanda kısa paslaşmalar yapmak yerine, akılları geniş tutup kadınlarımızın ‘CAN’ savaşlarını da yüceltmeliler.