Şairlerden “ölüm”

Ortak paydamız ölüm…

En merak edilen, en yazılası, en acılı, en sancılısı… Yakayı bırakmayan, sıcak, tatlı yüzünün ardında gizlediği kimliğiyle, bağları koparmasıyla meşhur ölüm.

Füruğ Ferruhzad’ın Yeryüzü Ayetleri’nde:

(…)

toprak her an kendine çekmekte beni

yoldan gelip yetişirler gömülmeme

ah, belki aşıklarım gece yarısı

çiçek bırakır kederli kabrime

Ölüm, kabullenilmiş bir son ve ardında bıraktıklarına yüklenen beklenti şeklinde ifade edilmiş.

Walt Whitman’ın Seçme Şiirler’inde:

Ey ölüm, (çünkü yaşam sırasını savdı)

Gökler evini açan kapıcı,

Tanrım ol sen benim.

Ölüm, Tanrı miti ve teşbih eşliğinde baş göstermiş; Bahsi geçenler içselleştirilerek duygu kuvvetlendirilmiş.

Cahit Sıtkı’nın Sanatkarın Ölümü‘nde:

Gitti gelmez bahar yeli;

Şarkılar yarıda kaldı

Bütün bahçeler kilitli,

Anahtar Tanrıda kaldı.

Geldi çattı en son ölmek,

Ne bir yemiş, ne bir çiçek;

Yanıyor güneşte petek;

Bütün bal arıda kaldı…

İse ölüm, yarım kalmışlık hissinin süregeldiği korku, merak ve yadsınamaz bir son olarak anlatılmış.

Bizce de ölüm, yarım kalmışlık değil midir sahi? Hep beklenen fakat gelmemesi için içten içe dua edilen.

Oysa ölüm, yarım kalan bardakların ardında silueti kalanlar kadar yakıcı, sarsıcıdır.

Ölüm, bağ kuran insanlar için zordur; ölen için değil. Ardımızda bıraktıklarımız kadar ölmüşüzdür…

Eksik cümlelerin “hoşça kalsız” gidişlerin matemi değildir bu; yurtsuzluğun matemidir.

Tüm yurtsuzlara selam olsun…