Suskunluk: Bazen bir acıdan bazen de bir mecburiyetten doğuyor. Susarak katlanıyoruz: Hayata, acıya, mutsuzluğa. Bazen içimiz yanar, her hücremizde deli fırtınalar kopar. Yapacak bir şey olmadığında, vereceğimiz en sakin tepki suskunluğumuz olur. Vicdanı, aklı, tahammülü, sabrı, gayreti susturup dile gem vurduğumuzda, yakıcı bir azaba dönüşür susmak.
“Sözlerin bumerang gibi,
Döner yaralarsa seni
Ağzın dilin gereksizdir
Susarsın…”
Gülten Akın
“Sanki hiçbir şey uyaramaz içimizdeki sessizliği.” Edip Cansever’in dediği gibi belki de bu yüzdendir suskunluğumuz. Susarız, suskunluğumuz ölüme eş.
Sessizce dinleriz anlatılanları, sessizce vedalaşırız, konuşsak gideni geri getirmeye yetmeyecek kelimeler.
Gözlerimizin önündeki dünyayı hiç seyredemeyecekler ve nasıl sevdiğimizi anlatamayacağız.
“Bir gün anlarsın beni neden suskunum
Dünya içimde konuşurken böyle
Bedenimi aşıyor yorgunluğum
Karşında oturduğum masalardan dökülüp saçılıyor
Bu öyle bir çığlık ki, susuşlar kalıyor geride
Ondan öte her söz bir saçmalığı büyütüyor…”
Ahmet Erhan
Susmak, kelimelerin içimize hapsolmasıdır. Susmak, içinden bas bas bağırıp, gözyaşlarını içe akıtıp boğulmaktır bazen. Bazen de Oktay Rifat’ın dediği gibi “konuşmanın bittiği bir kıyı var.”
Edip Cansever susmanın resmini çizer:
“Yorulduğun zaman söyle
Susalım, hiç konuşmayalım istersen
Sussak da, hiç konuşmasak da, sözlerin senin
Açık denizler gibidir zaten elimde
Her zaman ama her zaman bir kıyıyı sezdiren…”
Susmak, konuşmak zorunda olmamak, özgür olmaktır.
“Umduğun inceliğe inmiyorsa söz,
Çekil suskunluğun tüneklerine;
Ucuz etme anlamı…
Böyle zamanlarda insan
Çokluk yalnız kalmalı…”
Şükrü Erbaş
Duyabilmemiz için susmak gerekir. Susmak, ruhun tüm kapılarını kapatıp, tek bir ışık hüzmesini bile hak etmeyeni kendi karanlığıyla baş başa bırakmaktır. Susmak istemeyeni ise ne kulaklarını tıkaması ne de beş duyuya duyarsız kalması susturur.
Elias Canetti, “Kitle ve İktidar” isimli eserinde şöyle der: “Suskunluk yalıtır. Suskun kalan bir insan konuşanlardan daha yalnızdır. Böylelikle kendine yeterlilik iktidarı da ona atfedilir. O bir hazinenin bekçisidir ve hazine onun içindedir.”
Susmak, telafisi mümkün olmayan kaybedişin ardından yakılan ağıttır. Tüm kelimelerin anlamını yetim bıraktığı andır.
İranlı modern şair ve ressam Sohrap Sepehri’nin dediği gibi; “konuşmadan geçmek gerek bu yolun kıvrımından.”
Mevlevilikte ölünmez, susulurmuş. O yüzden mezarlıkların girişine “hamuşân” yazarlar; yani “susmuşlar”.
İhsan Oktay Anar, Suskunlar romanına Mevlana’dan bir alıntı ile başlar: “Kulak eğer gerçeği anlarsa gözdür.”
“Sonra sustu.
Hava kararmaya başladığında, belki dayanamadığından, ağzından şu sözler dökülmüştü:
“Her musikî, sesin değil de, aslında sessizliğin bir taklidi.”
Derken şunu da söyledi:
“Musikî sessizliğe ne kadar yakınsa, o kadar da mükemmel olur.”
Nihâyet şu sözleri mırıldandı:
“Kulakları hassas olduğu hâlde hiç bir şey işitmeyen kişi, O’nu dinliyordur.”
Şunu da dedi:
“Sessizlik de bir perdedir. sessizliği işitebilirsin. Es bile bu perdeye kıyasla, ses’tir.”
Bazen insan konuşamaz duruma gelir, dili tutulur, lâl olur. Kelimeler, sözler ağızda ve dudaklarda düğümlenir.
“Lâl oldu dilim dünyaya,
Konuşsam yağmur yağıyor,
Sussam harf harf göl oluyor yüreğim,
Anladım ki sana susuyor ömrüm…”
Şems-i Tebrizi
Hele ki söyleyecek çok şeyi varken dilin lâl olup, boğazın düğüm düğüm olması, pekiden başka sesin ağızdan çıkamaması.
“Anladım ki derin ve esrarengiz olan her şey susuyor
Anladım ki susan her şey derin ve heybetli.”
Şems-i Tebrizi
Samuel Beckett ile bitirelim: “Eğer bir gün susarsam, bu artık söylenecek hiçbirşey kalmadığı içindir: Her şey söylenmiş, hiçbir şey söylenmemiş olsa bile.”
Son söz yerine;
Sevgili oğlum Doğa Tokuçoğlu: Ben hâlâ, her şeyi sana anlatacakmış gibi susarak biriktiriyorum…