Yanıtsız telefon sesi gibi içimiz. İçimizin en ücra köşelerine girmeye çalışarak yanıt arıyoruz. Sonrasında ise çok uzun susuyoruz.
Susmak derin yaralar açsa da konuşmaya gücümüz yok. Gücümüzü aldılar. Bizden kalan ne varsa: topladıklarımızla, eksildiklerimiz ile söğüt ağacının dallarına astık.
Suskunuz gücümüz yok, yorgunuz halimiz yok…
Suskunluk kaç kelimede hayat bulur?
Hayat dediğimiz nedir ki? Ayaklarımızın altındaki çakıl taşlarını sayarken geçip gidiyor işte mevsimler… İçimizde adını koymadığımız duygular beynimizin içinde dönüp dolaşıyor. Hangi adı bulsak eksik kalıyor.
Hep uçurumdayız. Düzlüklerimizi uçurum yapan insanlar, şimdi nereye saklandılar?
Bazen okuduğumuz kitabı yanımıza alıp yolculuklar yapıyoruz. Penceremizden gözümüzün alamadığı yerlere kadar giderek yeşil dağları seyre koyuluyoruz. Uzaklarda güneş batarken bize doğru el sallayan çocuklar görüyoruz.
Koca gövdesiyle bir ağaca takılıyor gözlerimiz. Hayal ya da gerçek koşmaya başlıyoruz. Sanki birazdan o koca gövdesini topraktan çıkartıp gidecek gibi bir hali var, biz de ona sanki yetişmeye çalışıyoruz.
Düzlüğün ortasında kocaman bir yürek, biz ona el sürmeye çalışan minik bir ”kırlangıç”.
Kocaman bir ağaç bir ömürlük sırlar dolu gövdesinde kuşlar şarkılarını söylüyorlar. Dokunmak istiyoruz. Usulca kuşları ürkütmeden yaklaşıyoruz ama ayağımızın altında yere düşmüş bir dal kırılıveriyor ama kuşlar uçmuyorlar. Ne tuhaf diyoruz.. Normalde kuşlar bizi çok uzaktan gördükleri zaman uçarlar. Neden uçmadıklarına bir akıl erdiremiyoruz. Ötüşlerine devam ederek ağacın dallarından bize bakıyorlar. Öyle güzel ötüyorlar ki içimizden onlara eşlik etmek geliyor. Kulaklarımız da binlerce ses yumağı hangi birine dokunsak içimizi huzur kaplıyor. Doğanın iyileştirici gücü ruhumuzun kırık çekmecelerini onarıyor. Ağaca dokunmadan kendimizi yerlerde buluyoruz. Uzanmışız ağacın gölgesine -kulağımızdaki müzik- buluttan şekiller yapıyoruz.
Gök ne kadar mavi ise yüreğimiz de o kadar kırmızı çünkü kadınız.
Bir ses geliyor derinlerden; “Ne getirdiniz?” Etrafımıza bakınıyoruz, kimseyi göremiyoruz.
“Benim gölgemde nice insanlar geldi geçti, siz neden teksiniz?”
“Biz tek değiliz! içimizde hırpalanmış binlerce kadın var ama siz göremiyorsun diğerleri gibi.. Düzeni bozulmuş bir evrende kendimizi, kadınlığımızı, kız kardeşliğimizi ve anneliğimizi korumak için küçük sığınaklar arıyoruz. Akıl almaz saçmalıklarla bizleri öldürüyorlar” diyoruz. Göster o zaman diyorlar, yüreğimizi dallarına koyuyoruz, dokunuyoruz asırlık gövdesine susuyor bir daha konuşmuyor… Herkesin yaptığı gibi…
Kadının İçinde bulunduğu koşullar bedenine, duygularına, davranışlarına hak sahibi olunması boyun eğmesi gerekmez ve zorunda da değildir. Çünkü acı çeken bir kadın ya ölmüştür ya da artık eskisi gibi değildir.
Oysa biz kadınlar bu evrende korkmadan ve öldürülmeden yaşanacak bir yer arıyoruz. Bilmediğimiz bir yerlere doğru koşuyoruz. Bizi görenler bildiğimiz bir yerlere doğru gittiğimizi sanıyorlar.
Hey oradakiler! Bizi duyanlar, Bu mücadele sonsuza kadar sürse de ‘kalbinizdeki güzellikleri kimsenin koparmasına izin vermeyin.’
Bu evrende kadın, çocuk ve hayvan olmak çok zor.
“Şiddet, okuma yazma bilmez” diyor Sartre ama okuma yazma bilenler de susuyorlar.