Siz hiç evlâdınızla ilgili bir ölüm haberi aldınız mı? Bakışlarınız gölgelendi mi? Aklınız, ruhunuz birlikte sızladı mı? O anda neşenizi kaybettiniz mi? Kalbiniz karanlıklar içinde kaldı mı? Evlât acısı karşısında anlamı olan bir şey söylemek için boğazınız düğümlendi mi? Yerine ikâme edebilecek başka bir acının olmamasını yaşadınız mı?
15 Haziran’da evlâdımın ölüm haberiyle yıkıldım, hiç düşünmezdim oğlumun fiziken beni terk edeceğini. Zira anneler, babalar yaşarken onlara çocuklarının varlığından büyük armağan yok. Evlâdını kaybeden bir baba, ölmüş babalara nasıl imrenir bilir misiniz? Çünkü evlâdını kaybedenin yüreğine bir bıçak saplanır. Boğazı düğümlenir, nefes almakta zorlanır. Ciğerini ufak ufak doğramışlar gibi hisseder.
“Acının süresi ve derinliği merdiven basamakları gibidir: Gökyüzünün bilmem kaçıncı katından, yeryüzünün bilmem hangi derinliğindeki cehennem çukuruna inen merdivenin, en tepesinden aşağıya yuvarlanıyormuşçasına bir şokla öğrenirsin acı kaybını” der Emine Supçin.
Aldığım acı haber; Yüreğimde koyu bir karanlık düşüş başlattı. Ümit Yaşar Oğuzcan’ın dizeleriyle haykırdım:
“Beni kör kuyularda merdivensiz bıraktın,
Denizler ortasında bak yelkensiz bıraktın,
Öylesine yıktın ki bütün inançlarımı;
Beni bensiz bıraktın; beni sensiz bıraktın.”
Güleryüzlü, temiz kalpli evlâdım Doğa Tokuçoğlu adı gibi doğanın bağrında artık, melisa kokusunda, yağmur damlasında, gökkuşağında, gördüğüm her çiçekte, böcekte, sevgiyle atan tüm yüreklerde. Doğa; iyi bir insan olarak yaşadı, güzel hatıralar bıraktı. Yokluğun ateşi yaksa, yüreğimdeki acı eşiği ölçülemese de hatıralarda hep yaşayacak. Biliyorum, aldığım her nefes canımı acıtacak, hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. Zamanı geri alamayacağım. Cehennemi ruhumda, kalbimde, beynimde yaşayacağım. Bu ıstırap hiç ihtiyarlamayacak. İçime oturan o ağır taş eskisi gibi yaşamama izin vermeyecek. Sonsuza dek sürecek, hiç geçmeyecek evlât acısı, ötesi yok.
Doğa’yı sevgiyle, bitmeyen bir özlemle hatırlayacağım. Edip Cansever “ölü mü denir şimdi onlara” diyor artık her gün evlâda giden bir adım:
“Ölü mü denir şimdi onlara
Durmuş kalpleri çoktan
Ölü mü denir şimdi onlara
Kımıldamıyor gözbebekleri
Ölü mü denir peki
En büyük limanlara demirlemiş
En büyük gemiler gibi
Kımıldamıyor gözbebekleri
Ölü mü denir şimdi onlara.”
“Dünyanın en yüksek sesi, bir çocuğun yokluğudur” der Jodi Picoult. Bunu anlayanların anladığı acıdır evlât acısı, dilerim hiç kimse bu acıyla sınanmasın.
Delice bir heyecanla bekledim doğmasını. Sevinçle doğum belgesini aldığım yavrumun otuz sene sonra ölüm belgesini verdiler ve en sonunda Didem Madak dizelerindeki gibi;
“Ölüsünü şiirle yıkadım.
Bir gölgeyi sevmek ne demektir bilmezsiniz siz bayım
Öldüğü gece terliklerindeki izleri okşadım.”
Hayatımı güzelleştiren; Enerji depolamamı ve bu dünyanın sevmek için ne kadar küçük olduğunu anlamamı sağlayan evlâdım iyi ki doğdu, vardı, ben yaşadıkça da benimle birlikte yaşayacak.
Sonra çıkıyorsun dışarı, bakıyorsun güneş hâlâ tepede… Yıllardır kurduğun cümleyi bilmem kaçıncı kez kuruyorsun; “Napalım, kısmet değilmiş…” diyor Sabahattin Ali.
İçindem bir türlü uğurlayamadığım gidenimi Turgut Uyar anlatıyor:
“Herkesin; Bir umudu vardır, bir savaşı, bir kaybedişi, bir acısı, bir yalnızlığı, bir hüznü… Çünkü herkesin bir gideni vardır. İçinden bir türlü uğurlayamadığı…”