I Daniel Blake, yaşamını marangozlukla sürdürürken beklenmeyen bir kalp krizinin ardından tekrar işini kazanmaya çalışan bir adamın bozuk sistemle ve devletin pençelerinin altındaki ekmeği için “sürüdeki” herkesle olan mücadelesini anlatıyor. Geçirdiği kalp krizinin hemen sonrasında, ne eksik ne fazla, hayatına sadece kaldığı yerden devam etmek isteyen Daniel Blake’in savaşı; devletin standart bir formu ile başlıyor. Formun sonrasını elektronik ekranlar, elektronik insanlar gibi yabancı olduğu bir dünya takip ediyor. Bunların hepsiyle başa çıkmaya ve sisteme ayak uydurmaya çalışırken iki çocuğuyla ortada kalan bir kadınla tanışıp arkadaş oluyor. Kendi sorunlarıymışçasına onlarla da baş etmeye çalışıyor ve biz oturduğumuz rahat koltuğumuzdan tüm olanları izlerken, derin bir iç çekip insanlığımızdan utanıyoruz. Utanıyoruz çünkü birçoğumuz Daniel Blake’in yerinde olsaydı, bu filmde asla başrol olamayacaktı. Utanıyoruz çünkü birçoğumuz başkalarının arkasına saklanacaktı, korkup kaçacaktı.
Filmde gördüğümüz devlet dairelerinde olan “en iyi ihtimalle ezbere yapılan iletişim”den, “en kötü davranışlara maruz bırakılan ve hizmet için değil ertelenmek için sıra verilen” vatandaşların devlet karşısındaki çaresizliğine kadar tüm gerçeği ve bunun getirdiklerini görüyoruz. İşçinin hakkını aramak için açtığı telefonda muhatap olabilecek biriyle konuşmak için bile dakikalarca telefonda beklemesi, yine iyi ihtimalle telefonun karşısında birini bulabilirse aradığı hakkı dile getirebilmesi bile bu kadar güç durumdayken; Daniel Blake pes etmiyor, savaşıyor. Ta ki sesini her yerde çıkarmış olmasına rağmen bir kişinin bile onu aslında hiç dinlemediğini, hatta duymadığını anlayana kadar. İşsizlik maaşını bile kabul edecek duruma geldiğinde ise yine başa döndüğünü fark ettiğinde bu sefer atlatamayacağı bir kalp krizi tekrar tetikliyor.
Vatandaşının ekmeğini oltasına takıp günlerce, haftalarca, aylarca onları peşinde koşturan devlet, yalnızca karnını doyurabilmek için bile ona yardım etmiyor.
Galiba benim izlerken en çok canımı yakan; hayatı boyunca saygı ve sevgiyle yaşamış, kendi hayatının kahramanı olmuş böylesine bir işçinin, böyle bir devletten yardım beklerken o devletin dairesinin sıradan bir tuvaletinde can vermesidir. Aklıma Pir Sultan Abdal’ın sözü düşüyor: “Bozuk düzende sağlam çark olmaz.” Ne yazık ki Daniel Blake, çarkın katlettiği birçok işçiden yalnızca biri.