Nilgün Marmara ile benzer yaşamı ve intiharıyla da fazlaca karşımıza çıkan yazar-şairdir. Marmara, Sylvia Plath ‘in ideolojisini kendi yaşam biçimi olarak benimsemiştir. Üniversitedeki tezini bile Plath üzerine yapmıştır. Bu yazıda Sylvia Plath’ın hem hayatı hem de aşkıyla alakalı bilgilere yer vereceğiz. Bu yazı, Özcan Erdoğan’nın bir kitabında Sylvia Plath için yer verdiği bölümden alıntıdır. Şimdi hep birlikte bu dramatik öyküyü okuyalım;
1952’nin bahar tatili Sylvia için beklenmedik ölçüde hareketli geçmişti. Birçok etkinliğin yanı sıra Ed Cohen adında doktor adayı bir gençle mektuplaşıyorlardı. Mart sonunda ikinci nişanını da bozduğunu Sylvia’ya yazdıktan hemen sonra Ed Cohen, Detroit’teki akrabalarını ziyaret etmek bahanesiyle babasının arabasını ödünç aldı ve akrabalarını kısaca ziyaret ettikten sonra hiç durmaksızın Massachussetts’e devam etti. Duygusal bir çöküntü içinde Sylvia’yı görmesi gerektiğini düşünüyordu; uzun zamandır yazışmış, birbirlerinin alter-egosu olmuşlardı. Ed tıraşsız ve yorgun, otuz saatten fazla araba kullanmış bir vaziyetteyken karşılaşmaları ikisinin de beklediği şekilde gerçekleşmedi.
Ed ile karşılaştığında okuldan eve gitmek için bir araca ihtiyaç duyan Sylvia, eve onun arabasıyla gitmeye karar verdi. Mektupların dünyasında, varoluştan cinselliğe değin her konuda yazışan iki arkadaş, birbirlerinin varlıklarıyla karşı karşıya gelince kendilerini yabancı hissettiler ve yol büyük ölçüde sessiz geçildi. Belki ikisi de korkmuşlardı. Eve vardıklarında Sylvia, içeri almadan Ed’i annesine tanıttıktan sonra hemen başından savdı. Annesi, Aurelia, Sylvia’nın bu kaba davranışı karşısında dehşete kapılmıştı. Chicago’dan buraya Sylvia’yı görmek için 30 saattir araba kullanan adamın elbette biraz misafirperverliğe, en azından uykuya ve yemeğe gereksinimi vardı. Sylvia’nın kendisine böyle davranmasına çok içerlenen Ed, arabayı geldiği yöne doğru çevirdi, Ohio’da bir araba kazası geçirene kadar hiç durmaksızın araba kullanmaya devam etti. Çok kötü yaralanmamıştı ama Sylvia’nın genç kızlık yıllarındaki, kayda değer arkadaşlıklarından bir tanesi o gün noktalandı.
1932’de Boston’da doğan Sylvia Plath o sırada 20 yaşındaydı, babasını 12 yıl önce kaybetmiş, bir feminist ocağı olarak bilinen Smith College’de çok başarılı bir öğrenci olarak iki yıldır öğrenim görüyor annesi Aurelia ve erkek kardeşi Warren ile birlikte Massachusetts’de yaşıyordu. Amerika ve dünya yeni bir savaştan çıkmıştı, soğuk savaş, atom bombası ve ülkede yaşanan Mc Carthy kovuşturmaları gündemi oluşturuyordu. 1950’li yılların umutsuzluk ve belirsizlik ortamında bütün özgürlükler mümkündü ve herkesin kafası fazlasıyla karışıktı.
Sylvia bu olayda Ed Cohen’in kendisine hiç hazırlanma fırsatı vermeden, spontane bir biçimde çıkagelmesine çok öfkelenmişti. Diğer kızların hoşuna gidebilecek bu şeyler Sylvia’nın hoşuna gitmiyordu. Herhangi bir deneyime kendini hazırlayacak zamanın ona tanımlanması gerekiyordu. Günlüğüne bu yüzden kadın olmayı sevmiyorum, erkek olamayacağıma üzülüyorum şeklinde kendine karşı acımasız bir not düştü. Dört yıl sonra 1956’da İngiltere’de bir kış günü partide Ted Hughes ile tanıştığı ilk geceki kadar spontane davranmasını kendisi dahil hiç kimse bilmiyordu.
1953’te Mademoiselle dergisinin konuk editörü olarak New York’ta bir ay geçirip döndükten sonra depresyona girmiş, bir kutu uyku ilacı içerek intiharı denemişti. Kardeşi Warren’ın Sylvia’nın ilaçları içmesinden iki gün sonra, gizlendiği yerden inlemelerini duyması gibi bir mucize olmasaydı kurtulamayacaktı. Bir kaç ay hastanede yattı ve elektroşok tedavisi gördü. 1954’te Smith College’e geri döndüğünde edebiyat dergilerinde yayınlanan öyküleri sayesinde arkadaşları arasında eskisinden daha popülerdi. 1955’te büyük bir başarıyla Smith College’den mezun oldu ve Cambridge, Newnham College’de okumak için kazandığı Fullbright bursuyla İngiltere’ye gitti.
26 Şubat 1956’da Ted Hughes henüz kraliyet şairi olmasa da tanınmaya başlamış bir şairdi. St. Botolph’s Review adındaki bir derginin ilk sayısında şiirleri yayınlanmıştı ve derginin ilk sayısını kutlamak için düzenlenen kokteylde Ted ve Sylvia karşılaştılar. Sylvia içeri girdiğinde yanındakilere adını sorduğu ama cevap alamadığı bu “kara, iri oğlan” hakkında önce “burada bana yetecek irilikteki tek erkek” diye düşündü. Adının Ted Hughes olduğunu duyduğunda Sylvia’nın dudaklarından Ted’e ait mısralar döküldü. Bir süre sohbetten sonra Ted onu dudaklarından sert bir biçimde öptü. Öperken de Sylvia’nın çok sevdiği kırmızı saç bağını koparttı ve bir gümüş küpesini kulağından aldı. Filmlerdeki gibi bir an’ı yaşıyorlardı sanki. Aynı yıl içerisinde, yaz sonunda evlendiler. Ertesi yıl, 1957’de Amerika’ya döndüler ve Sylvia Smith College’de bir yıllığına öğretmen olarak çalıştı.
Şiddetli patlamalarla başlamıştı ilişkileri. Plath, ancak onun gibi biriyle evlenerek, meslek olarak öngördüğü şairlikle ailesini bir arada başarıyla sürdürme hayallerine bir gerçekleşme umudu tanıyabilecekti. Evlendiler. Biri düşükle sonuçlanan üç hamilelik, Amerika’da bir yıl öğretmenlik ve geri dönüşleri, İngiltere’de biraz parasızlıktan biraz can sıkıntısından evden eve taşınmaları, biri kız biri erkek iki çocuk, çiçek bahçesi, edebiyat dergilerine gönderilen düzinelerce şiir, daktilo seslerinin çocuk ağlamalarına karıştığı bir ev.
Al Alvarez, edebiyat eleştirmeni olarak çalıştığı Observer Dergisi, Ted Hughes ile bir söyleşi yapmasını Hughes’u ziyaret ettiği evi şöyle tarif etti:
“(Hughes’ların evi) öyle ufaktı ki her şey üst üste yığılmış gibiydi. Salona zor girebilirdiniz, öylesine dar ve sıkışıktı ki mantonuzu zorlukla çıkarabilirdiniz. Mutfak tek kişi içim yapılmıştı sanki; uzunluğu ancak kollarınızı açacak kadardı. (…) Biri bebekle uğraşırken, diğeri şiire taşınıyordu. Odayı bebeğin beşiğine bırakmak için geceleri daktiloyu oradan alıyorlardı.”
160 İntihar, Kan Dökücü Tanrı, Al Alverez, , Öteki Yay., 1999, s. 16.
Ev, büyük aşklarının da büyük kavgalarının da mekanıydı. İkisi de evde çalıştılar, ikisi de evde yazdılar. Bazen birbirlerinden gizlediler yazdıklarını, bazen sabahlara kadar birbirlerine şiir okudular. Patlamalarla dolu başlayan ilişkileri patlamalarla devam etti. Sylvia hep yaşamını yazarak kazanmayı düşlemişti.
1961 Ağustos’unda Sylvia ve Ted Hughes Devon’da bir ev satın almışlardı. Burada Wevill’lerle arkadaş oldular ve onları Mayıs 1962’de bir hafta sonunda evlerine davet ettiler. Assia Wevill üçüncü evliliğini yaşamakta olan bir şair ve çekici bir kadındı. Her evliliği bitirmeden bir sonraki sırada olurdu, o gece de Ted Hughes ile karşılaşır karşılaşmaz David Wevill’le ilişkileri neredeyse bitmişti.
1981 Pulitzer Ödülünün yanı sıra İngiliz Kraliyet Şairi unvanını da biyografisine ekleyerek, başarısını ispatlamış bir şair Ted Hughes. Dylan Thomas’vari erkek bir ses, bu şiirsel güç ve kuvvet, şiirlerinin damarlarında dolaştı. Buna karşın kendisi akla geldiğinde şu soru hep akıllara gelecek: Sylvia Plath ve onun intiharı olmasaydı Ted Hughes’un adını duymuş olacak mıydık? Bu soru Ted’in hayatını zindana çeviren bir soruydu.
Hughes herkesin Sylvia’dan bahsettiği bir dünyada ve birçok insanın kendisine düşmanca bakışları altında otuz beş yıl sustuktan ve kanser teşhisinden sonra, 1998’de, çoğunu Sylvia Plath hakkında yazdığı şiirlerden oluşan şiir kitabı, Doğum Günü Mektupları‘nı yayınladı. Eski karısıyla ilgili kişisel boyutta ilk kez söz almaktaydı. Pek bir şey söylememeye gayret etti. Kibardı, kendini savunmuyor, hatta yer yer kendini suçluyordu. Kitap seksen sekiz şiirlik bir nevi günlük, Sylvia Plath’ın günlüklerine bir cevaptı. Bütün şiirler bir konuşma içinde yazılmıştı. Bu sefer çok konuşan kadın susuyor, susan erkek konuşuyordu. Aşağıdaki ilişkilerinin Ted Hughes açısından bir özeti. Hughes kendisi için;
“Sakin ve kararlı görünen karakterimle bu konuda güven arayışı olan kadınlar için bir çekim noktası olmuş olabilirim” diyor. Sylvia’nın ise, “onun kendini tanımlamak konusunda dışarıdan desteği ihtiyacı olan, batıla varabilecek derecede inanışlara sahip bir kadın, aşkı da kavgayı da uçlarda yaşayan bir kadın” olarak düşünüyor.
“benim yerime becerikli bir büyücü olsaydı,
seni elleriyle havada yakalayıp
bir elinden ötekine aktara aktara soğutabilir
ve tanrısız, mutlu, sakin kılabilirdi sonunda.
Ted Hughes, Mermi, çev. Şavkar Altınel, Roni Margulies
Ted Hughes “tanrısız, mutlu, sakin” kılamadığı Plath’ı terk etmeden önce Assia Wevill’i garantilemişti ancak Assia Wevill ile ikinci evliliği de 1969’da eşinin aynı şekilde intiharıyla noktalanacaktı. Assia’nın intiharından 6 ay önce Ted’in Brenda Hedden adında bir kadınla yine bir ilişkisi vardı. Yıllar sonra dünya ondan bir evlilik dışı çocuğu daha olduğunu öğrenecekti. Assia kardeşi, Chaikin’e 1967’de, Ted’in yeni sevgilisi Brenda’yı şu cümlelerle tarif ediyordu: “O kadın benim gerçek düşmanım, eski bir sosyal hizmetli, eski bir dinsel manyak, şimdiyse ancak yaşlanmış bir Marylin (sic!) Monroe gibi görünüyor.” Sylvia’nın o gece yemekte Ted ile kendisi arasındaki erotik ilgiyi fark ettiğinde hissettiği gerilimin aynısını Assia, Brenda karşısında da hissediyordu. Assia, Sylvia’nın yayınlanmış bazı şiirlerini onun tek varisi Hughes’dan kendi çocuğu için bir gelecek güvencesi için çalmıştı. Daha sonra Assia’nın kız kardeşi bunları Hughes’a iade ederken Hughes’a yönelttiği soru şuydu: Ted Hughes özellikle mental açıdan tamamen sağlıklı olmayan kadınlardan mı hoşlanıyordu?
Sylvia, Ted’le ayrılıp iki küçük çocuğu ile beraber Londra’ya taşındıktan sonra, bir kaç kez eleştirmen Al Alvarez ile görüşüp şiir konuştular. Alvarez, Bayan Lazarus, Babacım, vb. önemli şiirlerin ilk dinleyicisi ve Sylvia’nın şiirlerindeki yalnızlığın ve yardım çığlıklarının bu dönemde farkında olan bir kaç kişiden biri oldu. Sylvia ile aralarında oluşması muhtemel bir aşk ilişkisinden kaçışı hakkında şu açıklamayla yetindi;
“Şiirlerinin hepsi değişik şekillerde, kimsenin yardımını istemediğinde ısrar ediyordu -böyle bir tarzda ısrar etmesinin, eğer gerçekten istiyorsanız yardım almaya hazır olduğunu anlamamızı istemesinden kaynaklanabileceğini birdenbire fark etmeme rağmen. (…) Duygusuz budalanın biri olduğumu düşünmüştür: muhakkak ki öyleydim. Ama başka türlü davranmak, bunalımlarımın olduğu bir dönemde istemediğim ve başa çıkamayacağım sorumluluklar yüklenmek anlamına gelebilirdi. Saat sekize doğru oradan ayrıldığımda, onun bağışlamaz ve kararlı bir yolda olduğunu biliyordum. Bundan sonra onu ölümüne kadar hiç görmedim.”
(agy, s. 41)
Depresyonun kafasını karıştırdığı, akrep burcunda doğmuş olan Sylvia Plath ateşle oynuyordu. Başını o fırına soktuğunda hayatını bitirmeyi değil kurtarmayı düşlüyordu: Sabah kendisini kurtarmaları için eve birinin gelmesini ayarlamış, doktorun adını bile bir nota yazıp masanın üzerine bırakmıştı. Her zaman açık duran apartman kapısı kapalı olmasaydı, gaz alt kata sızıp zaten sağır olan komşunun uykusunu daha da ağırlaştırmasaydı, saat 9’da eve gelmek üzere ayarladığı Avustralyalı bakıcı polise haber vermekte elini biraz daha çabuk tutsaydı kurtulacaktı. İçeri girdiklerinde bedeni hala sıcaktı. Aynı hafta 99 kişi daha hayatına son vermişti.
Bugünden bakılınca görünen o ki, Sylvia bir kumar oynamıştı, büttün olasılıklar üst üste geldi ve kaybetti. Sonra Sylvia’nın intihar eden en genç kadın, şair-kurban olarak hayatı başladı ve bu hayatı nerdeyse eskisinden daha canlıydı. 1965’te en son şiirlerinden oluşan ve en önemli kitabı Ariel yayınlandı. 1971’de Suyu geçmek ve Kış Ağaçları adlı iki şiir kitabı yayınlandı. 1976’da annesiyle yazışmalarını içeren Eve Mektuplar yayınlandı. 1977’de öykü kitabı, Jonny Panik ve Kutsal Kitabı yayınlandı. 1981’de Toplu Şiirleri yayınlandı. 1982’de Pulitzer ödülünü kazandı ve günlükleri yayınlandı. 1988’de Sırça Fanus Türkçede yayınlandı. 1996’da Ariel Türkçede yayınlandı. 1998’de Ted Hughesun, Sylvia Plath için yazdığı DoğumGünü Mektupları‘nı yayınladı. Kitap aynı yıl Türkçeye çevrildi. 2000 yılında Sylvia Plath’ın Kısaltılmamış Günlükleri yayınlandı. 2004 yılında Gwyneth Paltrow’un Plath’ı canlandırdığı bir filmle hayatı sinemaya aktarıldı.
İntihar ettiği sırada Ted Hughes henüz resmen boşanmadıkları için Sylvia’nın tek varisiydi. Zihninde çoktan bitirdiği bir ilişkinin ürünü olan bir hakkı ölene kadar kullanmakta bir sakınca görmedi, yayınlanacak şiirleri sadece seçmekle kalmadı, o ana kadar yayınlanmamış önemli bir kısmını da düzenledi, yani edit etti, yayın zamanını, hangilerini yakacağını, onlarla ilgili her ayrıntıyı belirledi. Bugün tuhaf bir biçimde aslında Sylvia’nın şiirlerinin ne kadarının gerçekten Sylvia Plath’a ait olduğunu bilemiyoruz, hatta Plath’ın Hughes’un bir karakteri, bir alter-egosu olduğunu düşünerek zihin jimlastiği yapmak ilginç olabilir. Bunda sandığımızdan fazla gerçek payı olabilir.
1970’de Hughes kendinden yirmi yaş genç, bir arkadaşının kızı ve bir hemşire olan Carol Orchard ile evlendi. 1998’de ölene kadar da onunla evli kaldı. Hastalığını son evresine kadar sakladı, toplum açısından intihara benzeyen bir etki yaratmasını mı amaçladı?
Ted Hughes ile Sylvia Plath’ın şiirde ayrı ayrı yakaladıkları vahşi güzellik önemlidir. Ted Hughes, belki Sylvia Plath’ı Assia Wevill kadar sevmedi, belki de ikisini de Carol Orchard kadar sevmedi, ama edebiyat tarihi Ted’in adını Sylvia ile birlikte kaydedilmesini talep ediyorsa, bunda her ikisinin “şiir gibi birlikteliklerinden” çok “şiirdeki birlikteliklerinin” büyük payı var.