Haftalık kitap, film, belgesel ve dizi tavsiyesi vereceğimiz bir seri başlatmaya karar verdik. Bu tavsiye yazıları sitenin yanı sıra absurdfilm instagram hesabımızda da paylaşılacak. Amacımız olabildiğince basit şekilde sizlerle iletişim kurmak. Umarım verdiğimiz tavsiyelerle listelerinizi genişletebiliriz.
Engin Geçtan – Kırmızı Kitap
“Her okunuşunda değişecektir.”
Profesör Engin Geçtan’ın okuduğum ilk kitabı oldu Kırmızı Kitap. Kitabın başlarında olayları ve kişileri bir arada tutmakta çok zorlandım. Fazla karakter, kişi olması ve bu karakterlerinin isimlerinin Te, Tea veya Val Valos gibi kullanılmayan isimler olması sık sık ilk sayfadaki, karakteri kısa kısa açıklayan sayfaya dönmeme neden oldu. Yere dökülmüş boncukları toplarcasına kişileri ve birbirleri arasındaki ilişkileri kafamda kurmaya çalıştım, ki itiraf etmem gerekirse en son böyle bir karışıklığı Game of Thrones’un ilk sezonlarında yaşamıştım. Karakter fazlalığı gözünüzü korkutmasın çünkü hepsi hikâyenin önemli parçaları. Şunu da belirtmekte yarar var, ilk elli sayfadan sonra karakter tanıma ve kurguyu canlandırmada zorluk yaşamıyorsunuz.
Kitap çok akıcı bir hikâyeyi ele alıyor. Hikâye bir film setinde başlıyor, setten bir oyuncunun kaçırılması ve kaçırılan oyuncunun filmde canlandırdığı tipin şehre gelmesiyle hikâye hız kazanıyor. Hikâye bir film tadında devam ediyor. Daha fazla açıklayıp gizemli hikâyeyi bozmak istemem ama şu alıntı kitapla ilgili bir küçük bilgi veriyor: Hayatın anlamını hakkıyla veremeyenler, bunu gerçekleştirene dek tekrar tekrar bu dünyaya dönmek zorundadırlar. Kitaba ismini veren Kırmızı Kitap, hikâyenin en gizemli olan kısmı.
“-Bu şehirden gitmek istiyorum.
+Bu şehrin çıkışı yok! Şehirden çıkan yollar sonsuza kadar giderler, hiçbir yere varmadan. Bunu siz de biliyorsunuz.
-Benimki yalnızca bir istek, gidebileceğimi söyleseler de gidemezsin… Gerçek dünyada insanlar istedikleri yerlere gidebiliyorlar.
+Görünürde öyle!.. Trenlere, gemilere, uçaklara biniyorlar ve bir yere gittiklerine inanıyorlar. Bana sorarsanız hepsi düş! Yerleri değişse de yine bulundukları yerdeler.”
The Platform
“Üç tür insan vardır; yukardakiler, aşağıdakiler ve düşenler.”
The Platform veya orijinal adı ile El Hoyo, yönetmen koltuğunda Galder Gaztelu Urrutia’nın olduğu 2019 yapımlı İspanyol filmi. İçeriğine geçmeden önce filmin kazandığı birkaç ödüle değinelim. Film, Goya Uluslararası Film Festivali’nde “En İyi Özel Efekt” ödülüne layık görüldü. Aynı zamanda Toronto Film Festivali’nde “Gece Yarısı Çılgınlığı Bölümü Seyirci Ödülü” sahibi oldu.
Film, Goreng adındaki karakterin bir odada uyanması ile başlıyor, ki bu oda aslında kule şeklindeki bir hapishanenin 48 numaralı bir hücresi. Hapishanede “delik” denilen bir sistem mevcut. Bu sistemde delikten bir platform yardımıyla yemekler yukarıdan aşağıya doğru indiriliyor ve platformdaki yemekler, hücredeki mahkumların en sevdiği yemekler sorularak seçiliyor. Platform yukarıdan aşağıya indiği için şöyle bir tablo ortaya çıkıyor; en üsttekiler istediği yemekten istediği kadar yiyor, onların altındakiler yukarıdaki insanların tercih etmediği yemeklerden istediği kadar yiyor, orta kata yakın sayılabilecek mahkumlar yukarıdakilerin artıklarına şükür ediyor, ortanın altındakiler ne bulursa onu yiyor ve en alttakiler birbirlerini yiyor. Aslında birbirini yiyen insanların altında bile birileri yaşıyor ancak buna inanmıyorlar çünkü kendilerinden kötüsünü düşünemiyorlar.
Film herkesin kolaylıkla anlayabileceği bir şekilde kapitalist toplum eleştirisi yapıyor. Üstte bulunanlar alttakilerin durumunu bilmesine rağmen bilmezden geliyor, alttakilerin sesi yukarı ulaşmıyor ve kimsenin sistemden çıkma olasılığı yok. Film ilk olarak Goreng ve hücre arkadaşı ile “Bugün dostun olan yarın düşmanın olabilir” mesajını veriyor. Filmi izlemediğinizi düşünerek filmin içinden spoiler vermemek için burada duruyoruz.
Filmi izleyenlerin aklındaki ortak soru ise “Filmin sonunda ne oldu?”. Kimileri filmin devamı geleceğinden dolayı öyle bırakıldığını düşünüyor, kimileri ise filmin sonunun saçmalık, hatta beceriksizce olduğunu düşünüyor. Benim fikrime göre ise sosyal mesajı bu denli başarılı şekilde gözler önüne seren bir eleştiri filminin sonu o kadar da mühim değil, ki yönetmen de filmin sonunu seyircinin yorumuna bıraktığını belirtiyor. Filmin yönetmenine sorulan “Mesaj yerine ulaştı mı?” sorusunu şöyle cevaplıyor: “Bu hepimize bağlı. Bu gezegene ayak basan en acınılası varlıklar olarak kalmak isteyip istemediğimize bağlı.” ve filmdeki amacını da “Bu büyük bir mesele. Önemli olan her birimizin elimizdekilerle ne yaptığı. Bu bizim bulunduğumuz seviyede olur. Elbette adaletsizliği protesto etmeli ve bildirmeliyiz. Kendimizi korumaya devam edecek miyiz? Böylece başkaları yanlış yaptığında yapmamız gereken şeyi yapmaz mıyız? Daha önce söylediğim gibi bu bir toplumsal özeleştiri. Kimseye ne yapacağını söyleme konusunda yetkili değilim. Film yalnızca açığa çıkarmayı amaçlıyor, doktrinleştirmeyi ya da ders vermeyi değil. Elbette yapması gereken şeyleri yapanlar var, ama çoğumuz günü bahanelerle geçiriyoruz.”
Know your enemy: Japan
Bir Amerikan propaganda belgeseli
1945 yılında Amerika Dışişleri Bakanlığı görevlendirilmesi ile çekilen bir propaganda belgeseli. Belgesel, kısa olmasına rağmen oldukça bilgilendirici içerik barındırıyor. İkinci Dünya Savaşı öncesi, esnası ve sonrasında birçok propaganda belgeseli çekildi. Tahmin edilebileceği gibi bunlar, halkı hükümetlerin istediği kalıplara sokmak, savaş esnası ve sonrası düşmanlarla ilgili bilgi aktarma amacı taşıyordu. Bu belgesellerden bir tanesi de “Know Your Enemy: Japan”
Herkesin bildiği üzere 2. Dünya Savaşı 1939-1945 arasında sürmüş ve yaklaşık 70 milyon insan hayatını kaybetmiştir. Bu sayılarda en çok pay sahibi olan iki ülke; 25 milyon kayıpla Sovyetler Birliği ve 20 milyon kayıp ile Çin’dir. Çin’in bulunduğu coğrafyayı düşününce en büyük düşmanı Japonya olmuştur. Böylelikle de 20 milyon kaybın sorumlusu Japonya İmparatorluğu’dur diyebiliyoruz. Durumlar böyle olunca Amerika da halkına düşmanını tanıtmak için bu belgesele başvuruyor.
Belgesel şu sözlerle başlıyor: Japonların düşünceleri hiçbir zaman tamamıyla anlayamayacağız fakat onlar da bizimkilerini anlamıyor. Anlasalardı Pearl Harbor olmazdı. Ama Japonları anlamak zorundayız çünkü ilişkilerin en samimisi ile kenetlenmiş durumdayız. Savaş. İstesek de istemesek de bizler ve Japonlar çok uzun bir süre yakın olacağız. Belgeselin başlarında, Japon kültürü, tarihi, dini ve toplumsal yapısı Amerikalı vatandaşlara anlatılıyor. Birçok çarpıcı bilgiler yer alıyor belgeselde. Bunlardan bazıları şu şekilde; Japonların savaş taktiği pusu kurup düşmanın silahsızken öldür, Hristiyanlığı Japonlara tanıtıldı ancak Japonlar dinin içinde barış ve eşitlik olduğu için onu reddetti ve Japonya’da serbest düşünce yok eğer düşünme eylemini gerçekleştirirsen düşüne polisi tarafından öldürülürsün. Bu birkaç bilgi ile aslında Japonların ne kadar yobaz, cani ve yardıma muhtaç olduğunu, Amerika vatandaşlarına inandırmayı hedeflemişlerdir. Belgesel savaşta çekilmiş gerçek görüntüler ile yapılmış, zaman zaman da canlandırma yoluna başvurulmuştur. İkinci Dünya Savaşı’na ilgi duyan okurlarımızın keyifle izleyeceğini düşünüyorum.
Final Space
Final Space, inanılmaz derecede güzel kurgusu ve görüntüsü ile bu alandaki çoğu diziden güzel diyebilirim. Kimilerine göre Rick and Morty’den bile güzel. Benim gözümde Rick and Morty’nin yeri farklıdır o yüzden bu iki yapımı kıyaslamayacağım. Dizi Netflix orijinal dizilerinden bir tanesi. Açıkçası son bir buçuk yıla kadar Netflix’i bırakmayı dahi düşünmüştüm. Dizi kalitesinin çok düştüğü, cinsellik ile gençlik dizilerinin farklı boyutlara ulaştırması izleyici bulsa da benim beğenmediğim yapımlar oldu. Daredevil ve The Punisher gibi severek takip ettiğim dizilerin iptal edilmesi de Netflix’e kırgınlığımın nedenlerindendi. Final Space, Disenchantment ile kırgınlığımı geçiren bir dizi oldu. Dizi çok güzel bir animasyon dizisi. Komedi ağırlıklı olsa da arada diğer duyguları da başarılı şekilde izleyiciye aktarıyorlar. Rick ve Prenses Bean gibi alkoliklerden sonra bu dizi iç ısıtıyor. Dizi zaman zaman Star Wars’u andıran uzay gemileri ve droidleri de barındırıyor.
Dizimizin baş karakteri Gary adında çocuksu bir genç. Gary, Glaxy One adında bir uzay gemisinde 5 yıl ceza almış bir mahkûm. Gary aslında kendi kendine eğlenen ve kurabiye yemeye çalışan amaçsız bir mahkûm. Tabi bu amaçsızlık, yeşil tatlı bir uzaylının ortaya çıkması ile değişiyor. Gary bu uzaylının adını Mooncake koyuyor ve ismin geldiği yer, isme çok anlam yüklüyor. Tüm olaylar Mooncake’in gelmesiyle başlıyor. Gary’nin en yakın dostu oluyor ve Gary de onu ölmek uğruna koruyor.
Dizinin seslendirmesinde inanılmaz isimler var, ki bu da diziyi bir tık daha güzel yapıyor. Baş karakteri, dizinin yapımcısı olan Olan Rogers, dizinin kötü karakteri Lord Commander’i ise David Tennant seslendiriyor. Ayrıca Little Cato’yu The Walking Dead’den tanıdğımız Steven Yeun seslendiriyor. Conan O’Brien, Coty Galloway, Tika Sumpter gibi isimler de seslendirme kadrosunda bulunan diğer isimler.