Belki de insan her şeyi içine atmaktan boğuluyor zamanla…
Altmış sayfa, bunalımların, psikolojik gelgitlerin, geçmişin, saf acının, huzursuzluğun, yarım kalmışlığın hakim olduğu. Altmış sayfa, yoğun tahliller eşliğinde sizi yaralayan anlatımı ve kurgusuyla boğazda yumru oluşturan. Ve altmış sayfa, Stefan Zweıg’ın nakşeder gibi kalemden kağıda döktüğü yazınsal şölen; Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu’ndan sonra beni en yaralayan eser…
Vuruculuğu aslında yarım kalmışlığında, sonuca eremeyişinde. Yarım hikaye, yarım hikayedir sonuçta. Altmış sayfa da olsa, üç yüz sayfa da olsa. Sonuca erdirmek için çaba sarf eder insan, bazen o çabalar da yetmez, sonuçsuz kalır. Tıpkı güvertedeki doktorunki gibi… Doktor, evet ya! Yardıma ihtiyaç duyanlara el uzatmakla yükümlü, sürekli iyi etmesi beklenen ve bağrında yıllanmış bir eksiklik taşıyan. Ağzını açsa dağları devirecek kudrette kelamlara ev sahipliği yapan ama ağzını bir türlü açamayan, geveleyen; en sonunda bir bir tabuları deviren…
Ne yapacağını bilemiyordu, içindeki sesler susmuştu, yüreğindeki neşeli müzik, kurma anahtarı kaybolan bir oyuncak saat gibi durmuştu. Her şeyi denedi, kitaplar getirtti ama en keyifli kitaplar bile sanki yalnızca birer yazılı kağıttı.
Hollanda Doğu Hint Adaları’nda görevini icra eden bir doktor, çaresizce kendisine gelen zengin bir kadının “yardım” isteğini reddeder. Fakat kadın, yeterince hesapçı ve akıllıdır. Doktor, aklından ne yapsa da çıkmayan bu kadına karşı derin bir öfke ve arzu hissediyordur. Bu duygularla adeta bir alev topuna dönüşen doktor, kısa sürede keşkelerin pençelerine düşer; Malezya halkında yaşanan ve bir nevi öldürücü bir duygu karmaşası olan amokun etkisi altına girer. O, artık patlamaya hazır bir bombadır.
O anda, içinde bir şeyler öldü.
Etkileyici tasvirlerle olay içinde yaşatan Zweıg, okura adeta hüznü, tükenişi, ne yapılsa da ele geçmeyeni, onu anlatıyor. Ve bilirsiniz, o olan öyküler, aslında bizizdir, içimizdir…
Söz konusu başkalarının derdi olunca nasıl da hep daha zeki ve daha nesnel oluruz!